2013 Kış / Sayı: 49

rahle eğitim ve kültür dergisi

www.facebook.com/groups/rahle

- İÇİNDEKİLER -

RAHLE Eğitim ve Kültür Dergisi 2012 Kış / Sayı: 49 Ocak-Şubat-Mart

Yayın Türü: Ulusal Süreli Yayın -3 Ayda Bir Yayınlanır-

Sahibi: İnsan Eğitim Kültür ve Sosyal Yardımlaşma Derneği Adına İsmail YILMAZ Yayın Koordinatörü: Abdullah EĞİLMEZ Dağıtım ve Yazı İşleri: Y. Emre KIRMIZILI İlmî Redakte: Necmettin IRMAK Adres: İNSANDER OKUMA SALONU

Kavakpınar Mah. Abdiipekçi Cd. Gönül Sk. No: 17 Pendik / İSTANBUL Tel / Faks : (0 216) 451 04 48 E-mail: [email protected] Web: www.facebook.com/groups/ rahle Baskı: Matsis Matbaa Hizmetleri Sn. Tic. Ltd. Şti. Dergi geçen sayı 850 adet basılmıştır.

Dua: Emr-i Bi’l-Ma’ruf / Ahmet Eser .......................................................... 4 Ahlak: Peygamberim Nasıl Sakındırdı? / Y. Emre Kırmızılı ............................. 6 Sohbet Adabı—3 (İzin İsteme—İsti’zan Bahsi) / Necmettin Irmak..... 12 Fikriyat: İnanç-Davranış Uyuşmazlıkları / Mehmet Kürşat ............................. 15 Kırık Cam Teorisi / Necip Aslan ....................................................... 22 Duymadığın Bir Şey Yok –Duymadığın Çok Şey Var / Fikri Gülsoy...... 25 Başkasına Emredip Kendimizi Unutmak / Necmettin Irmak .............. 30 İki Zıt Kavram: Ma’ruf ve Münker / Ebrar Pınar ............................... 34 Tarih: Osmanlı Devletinde İttihat ve Terakki Cemiyetine Götüren Siyasî ve Toplumsal Dönüşümler—2 / Bekir Yolcu ......................................... 37 Psikoloji: Kendimizi Bilmek Üzerine / Bilgin Bozkurt ....................................... 44 Hadis: İslam Tarihinin İlk Dönemlerinde Siyasî Sebeplerle Uydurulan Hadisler ve Günümüze Etkisi—2 / Y. Emre Kırmızılı ....................................... 50 İslam Dünyası: Bangladeş-Arakan Sınırından Notlar / Ebubekir Armağan ................ 55 Kitap: Ahlak Ayaklanması (Lütfi Bergen) / Y. Emre Kırmızılı ........................ 65

Abonelik: Kargo masrafları karşılığında ücretsizdir.

Tehlikeli Oyunlar (Oğuz Atay) / Hakan Kolsuz .................................. 68

Yayın Hakları: Dergimizde yayınlanan makalelerin sorumluluğu sahiplerine aittir.

Suriye’deki Direnişi Selamlıyoruz! / Rahle Yayın Kurulu.................... 70

Bildiri:

Şiir: Hayat Düşüyor Sonbaharın Düşlerinden / Yusuf Er .......................... 72

Editörden.. Elhamdülillâhi Rabbi’l-Âlemîn. Ve’s-salâtu ve’sselâmu alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âlihi ve ashabihi ecma’în.

U

zun bir süredir biz Müslümanlar, anne-babasını kaybetmiş ve şehrin dört bir yanına dağılmış şaşkın ve hafif ürkek çocuklar gibiyiz… Ne yapacağımızı tam olarak bilmiyoruz, bilenlerimiz ise ancak kendini kurtaracak kadarını biliyor… Kimimiz her gün üşüyor, kimimiz her gün aç, kimimiz ise her gün eziliyor, hırpalanıyor, hatta boğazlanıyor… Doğrusu böylesi bir manzarayı görüp de kayıtsız kalanlar ancak caniler ya da benciller olabilir! Göremeyenler ise ya yeteri kadar bakmıyor yahut bakmalarına müsaade edilmiyor demektir. Oysa Müslüman halkların her biri ile ilgili hemen her gün bir yoksulluk-fakirlik, zulüm-işkence, ölüm-cinayet ve hicret-iltica üzerine haber okumak veya duymak mümkün: Doğu Türkistan, Çeçenistan, Irak, Yemen, Bangladeş, Filipinler, Keşmir, Filistin, Afganistan, Suriye, Nijer, Nijerya, Etiyopya, Somali, Cezayir, Burkina Faso, Eritre, Tayland, Mali, Pakistan, Fildişi Sahili, Sudan ve diğerleri... Bazıları sorunun ancak “diplomatik görüşmeler” yoluyla çözüleceğine inanıyor, bazısı sadece dua etmekle yetiniyor, bazısının ise hiçbir şekilde umurunda bile değil… Bize göre sorunun çözümünde 3 mühim yöntem var: Cihad, İnfak ve Talim-Tedris. Birincisi, en hızlı ve en kestirme olanı; bunu, hastayı bıçak altına alıp ameliyat etmeye benzetebiliriz: Riskli, hastayı masada da bırakabilir, ama iyi bir cerah ve iyi donanımlı bir hastanede iyileştirme imkanı da artacaktır... İkincisi, en kolay ve en hafif olanı; bunu da, hastanın yarasına sürekli bir pansuman yapmaya benzetebiliriz: Zahmeti çok değil, hem pratik hem fazla beceri de istemiyor; ancak hastayı bu şekilde iyileştirmek mümkün değil, belki acısını hafifletebiliriz, o kadar... Üçüncüsü ise en uzun, meşakkatli ve fakat en köklü olanı; bunu, hastayı ilaç yoluyla düzenli bir tedavi sürecine almaya benzetebiliriz: Bakıcıyı bıktırabilir, zira hastanın tüm kaprisi ve cahilliklerini o çekecek, ama sonunda Allah’ın izniyle iyileşme olacaktır, belki çok yavaş ilerleyecek ama sonunda olacaktır... Neticede biz hiçbir yöntemi diğerinden ayırmıyoruz ve tümüne de tam destek veriyoruz. İçimizden nice mücahitler, yardımsever gönüllüler ve davetçi-öğreticilerin çıkması da bundandır; çıkmaya da devam edecek inşaallah… Nihayet elinizdeki şu dergiyle talim-tedris yoluna azamî ölçüde katkı yapmayı amaçlamaktayız. Davamız ise Hasan el-Benna’nın yıllar önce dile getirdiği şu söz üzeredir: “Gayemiz Allah, Önderimiz Resulullah, Anayasamız Kur’an.” Bu dönem emr-i bi’l ma’ruf’u gündemimize taşıdık. Yazılarımız genel itibariyle bu konu üzerinedir… Bir sonraki sayıda görüşmek duasıyla, ALLAH’a emanet olun. es-selâmu aleykum ve rahmetullahi… Y. Emre KIRMIZILI [email protected]

EMR-İ Bİ’L-MA’RUF

Dua

Ahmet Eser

Y

â İlahe’l-Alemin! Bizlere Kur’an’ın nuruyla ma’rufu ve münkeri öğrettiğin için sana ne kadar

hamdetsek, ne kadar şükretsek azdır. Sana bitimsiz hamdler, şükürler olsun. Bilinen bütün erdemlerin örneği, bütün münkerlerden uzak olan Önderimize, aline ve ashabına salat-u selamlar olsun.

Allahım! Âlemi ervahta Sana verdiğimiz kulluk ahdimize sadık kalmaya bizleri muvaffak kıl. Bizlere batılı batıl bilip ondan kaçınmayı, hakkı hak bilip ona gönülden teslim olmayı nasip ve müyesser eyle.

Allahım! Bizlere İslam’ı en güzel şekilde anlamayı ve dininde derin bilgi sahibi olmayı lütfet. Senin halifen olarak emrolunduğumuz gibi dosdoğru kul olmayı ve insanları da Sana kulluğa davet etmeyi bizlere nasip et. ~4~

Ya Rauf! İslam’ı bilmeyen kullarına karşı kalplerimizde şefkat ve merhamet yarat. Seni, kitabını, resulünü bilmeyen insanlara merhametle, hikmetle ve basiretle davranmaya bizleri muvaffak kıl.

Ya Ekreme’l Ekremin! Habibin: “Her mümin güttüğünden mesuldür” buyuruyor. Bizlere sorumluluğumuz altındaki insanları hayra davet etmeyi, onlara ma’rufu emretmeyi nasip et. Münkerden kaçınma ve sakındırma şuurunu bizlere ikram et.

Ya Rabb! Bizlere davetimizde de Resulünü (as) en güzel şekilde örnek almayı nasip et. İnsanlara onların anlayacağı şekilde İslam’ı anlatma kabiliyetini bizlere de ver.

Allahım! Üzerine güneşin doğduğu her şeyden daha değerli olan davet amelini hayatımızın mihengi kıl. Bir insanın daha kalbinin Sana açılması, imanla coşması için bizleri vesile kıl. Bütün zulümlere elimizle, dilimizle ve kalbimizle karşı koyarak imanın tadını bizlere tattır.

Ya Hafız! Bizleri helak olmaya götüren, lanetlenmeye sebep olan nemelazımcılıktan, ehl-i kitaba benzemekten, günahkârlarla beraber olmaktan muhafaza et.

İlahi! Bizleri insanlara ma’rufu emrederken kendilerini unutarak hüsrana uğrayanlardan beri kıl. Yakıtı taşlar ve insanlar olan o cehennem azabından bizleri, anne-babamızı ve bütün mü’minleri muhafaza et. Eğer hayra çağırırken bilmeyerek işlediğimiz hatalarımız, günahlarımız olmuş ise Sen rahmetinle af ve mağfiret eyle. Lütfunla seyyiatımızı hasenata tebdil eyle.

Amin.. ~5~

Kış 2013

PEYGAMBERİM NASIL SAKINDIRDI?

Ahlak

Y. Emre Kırmızılı

K

avramsal Boyut:

Sakındırmak; İslamî ıstılahta, bir kişiyi malum bir kötülükten alıkoymak, uzaklaştırmak yahut o kötülüğü yapmayı bıraktırmak, şeklinde tanımlanır. Arapça’da, “nehy” olarak ifade edilir ve genel itibariyle ya söz ile emir vererek gerçekleşir ya da kuvvet harcayacak şekilde elle müdahil olarak.¹ Dolayısıyla sakındıracak kişinin belli oranda hem beceri veya gücünün hem de cesaretinin olması beklenir. Şöyle ki, tatlı dil yılanı bile deliğinden çıkartırsa da, aynı deliğe bir daha ancak sopa ile sokulur. İşte sakındırmak (nehy), burada yılanı deliğe sokmak nevindendir. Bu sebeple kısmen icbara ve sert bir nasihate başvurulur. Yumuşak ve nazik tonda yapılacak bir konuşmada yahut salt yüz ekşitmeyle çoğu kez maksada ulaşılmayabilir. Bununla birlikte, sakındırmak şunlar demek değildir: Karşımızdakini küçük görmek, tahkir etmek, ona hor ve kaba davranmak, bağırmak, onunla kavga etmek veya gereksiz bir biçimde tartışmak, imalı şekilde laf sokmak, büyüklenmek veya ille de bir kusur aramak… Fakat sakındırmak; günaha, haksızlığa ve batıl olana karşı yapılan bir hücumdur. Kötülük bertaraf edilene dek muhatabımıza “Sakın yapmayasın!” diye tebliğ etmek veya zor kullanmaktır. ~6~

Konunun Önemi:

Resulullah’ın (sa) Örnekliği:

Ayetlerde “emr-i bi’l-ma’ruf ve nehyi ani’l -münker” olarak ifade edilen sakındırma ameli, İslamiyette -delilleriyle malumdur ki- kulluğun ikamesi için elzem, dinî bir vecibe ve ciddi bir iştir.²

Sakındırma ameli, en güzel biçimini Resulullah’ın (sa) şahsında gösterir...

Resulullah’ın (sa) hadisindeki benzetmede olduğu gibi; eğer bir geminin alt katındakiler su almak için zemini delecek olurlarsa bundan üst kattakiler de -bir zaman sonra - zarar göreceklerdir.³

Efendimiz (sa) bir tarafta ashabına en latif nasihatlerde bulunmuş, onları iyiliğe ve salih amele teşvik etmiş; diğer tarafta, kimsenin önemsemeyeceği kadar küçük görülen bir çirkinlikle karşılaştığında, çok geçmeden, eliyle ve yahut diliyle onu düzeltme yoluna gitmiştir.⁵ Ta ki İslam dini, tastamam anlaşılsın ve yaşansın diye...

Aynen öyle, eğer emr-i bi’l ma’ruf görevi, toplumun bir kesimi tarafından yapılmayacak olursa, diğer kesim günaha dalıp çıkacak ve bu sürekli artış göstererek sonunda toplumun tamamına ma’lolacak bir helakı beraberinde getirecektir.

Hadis imamlarından Malik, Ahmed, Buharî, Müslim, Nesaî, Tirmizî, Ebu Davud, İbn Mace ve diğerlerinin eserlerine baktığımızda görüyoruz ki; Peygamber Efendimizin, bu şekilde, insanları kötülükten sakındırması çoktur...

Nitekim; insanların birbirlerini kötülükten alıkoymaması ve bu hususta gevşek davranmaları, önceki kavimlerde olduğu gibi, bizleri de çeşitli bela ve musibetlere uğratacak, Allah’a yapılan dualarımızı karşılıksız bırakacak ve ilahî rahmetten uzaklaştıracaktır.⁴

Bir defasında; yolda yürürken yol ortasında oturan bir kaç kişi görür ve burada ne yaptıklarını sorar. “Sadece oturuyoruz ya Resulullah.” demelerine rağmen, Resulullah onları bırakmaz ve “İlle de oturmak istiyorsanız bari bunun hakkını verin ve gözünüzü haramdan sakının, selam verenin selamını alın, başkasına eziyet etmeyin ve bir kötülük görürseniz engelleyin!” diye emir buyurur.⁶

Allah (cc) konuyla ilgili olarak ayet-i kerimelerinde şöyle buyurur: “Onlar (ehl-i kitap) birbirlerine yaptıkları fenalıktan sakındırmazlardı.” (Maide, 79)

“Onlar (müşrikler), babaları uyarılmamış, bu yüzden gaflete duçar kalmış bir topluluktur.” (Yasin, 5)

Başka bir sefer; hasta bir kadın sahabesinin yanına uğrar. Onu titrerken gördüğünde “Ne bu hal?” diye sual eder. Kadın sahabe sıtma hastalığına yakalandığını söyler ve peşinden hastalığa sövgüde bulunur. Resulullah bu kez onu ikaz eder: “Sıtmaya sakın sövmeyesin! Zira onun işi, günahları dökmek ve silip götürmektir!”⁷

“Şimdi sen, emrolunduğunu açıkça tebliğ et.” (Hicr, 94)

Yine başka bir sefer; üzerinde, o dönemin kâfirlerinin giydiği bir elbise bulunduğu

“İnsanlık hüsrandadır; ancak... birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiyeleşenler müstesna.” (Asr, 2-3)

~7~

Kış 2013

için genç sahabesine kızar ve: “Bunu yak! Bir daha da bu elbiselerden giymeyesin!” diye nasihatte bulunur.⁸ Sonra; Resulullah (sa), Müslümanların lükse kaymalarına çok defa mani olmuştur. Şöyle ki; ashabının gümüş ve altın kaplar kullanmalarını ve ipekten kumaşa bürünmelerini yasaklaması ve “Bunlar dünyada kâfirlerin, ahirette ise sizindir…” demesi bundandır.⁹ Yine Resulullah (sa), zulme asla razı olmamıştır. Bir defasında; yanında bir kölenin tokatlandığına şahit olunca hemen o kölenin azat edilmesini emretmiştir. Buna benzer şekilde; kölesini öfkeli bir biçimde kırbaçlayan bir başka sahabesine arkadan yaklaşarak: “Ey Ebu Mes’ud! Allah’ın sana olan gücünün, senin bu köleye olan gücünden daha büyük olduğunu bilesin!” diyerek -elindeki kırbacı yere düşürecek kadar- yüreğine korku salmıştır.¹⁰ Bir defasında; amca kardeşi Cafer’in (ra) vefatından üç gün geçtikten sonra, ev halkına uğrayarak onlara artık yas tutmayı bırakmalarını emretmiş ve yeğenlerini dışarıya çıkartıp başlarını tıraş ettirmiştir.¹¹ Yine bir defasında; eşlerinden Aişe (ra) validemiz, Safiyye (ra) validemizin boyu hususunda Resulullah’a (sa) küçük bir söz söyleyince, Resulullah (sa) onu hemen uyararak: “Sen öyle bir söz söyledin ki, bu söz denize karışsaydı onu kirletirdi!” demiştir.¹² Buna benzer şekilde; sırf içki içiyor diye genç bir sahabe hakkında kötü konuşanları uyarmış; “Böyle yapmayasınız! Kardeşiniz hakkında şeytana arka çıkmış olursuRahle

nuz!” demiştir.¹³ Başka bir defasında; bir kimsenin arkadaşını överek bunda aşırıya gittiğini görmüş ve: “Yazık ettin! Arkadaşını helak ettin!” diyerek tepki göstermiş ve akabinde de: “Eğer sizden biri bir kimseyi övecekse şu şekilde konuşsun: Onun şöyle iyi olduğunu sanıyorum ama hesabını görecek olan Allah’tır!” buyurmuştur.¹⁴ Bunlardan başka; canlı resmi yapanlara ve yaptıranlara şiddetle kızmış; evinde bu tür figürlerin bulunmasına dahi tahammül etmemiş ve dışarı çıkartmış; mescidlerde yüksek sesle konuşulmasını, başkalarına eziyet edilmesini yahut duyurular yapılmasını yasaklamış; çarşı ve pazar yerlerini gezerek satışta hileye başvuranları azarlamış, cehennem ateşi ile korkutmuş; kadınlaşan erkeklere ve erkekleşen kadınlara lanet etmiş; kadın ve erkeğin -akraba dahi olsa- mahremi olmadıkça birbiriyle karışmalarını sakındırmıştır…¹⁵ Şu sözler de Resulullah’a (sa) aittir: “Mü’min kimse, başkalarını kötüleyen, lanet eden ve çirkin sözler söyleyen kimse değildir.” “Müslüman fasıklıktır…”

bir

kimseye

sövmek

“Laf taşıyıp götüren cennete giremez!”¹⁶ Hülasa; Resulullah (sa), yanında hiçbir kötü işin yapılmasına müsaade etmemiştir… Hayatının her anında tetikteymiş gibi, kim bir yanlışlık yahut hata yapacak olsa, onu hemen uyararak kötülüğü ıslah etmeyi amaçlamış, adeta toplum içinde sürekli bir gözlemci ve ahlak polisi konumunda olmuştur.

~8~

Sahabenin Birbirini Uyarması: Resulullah’ın (sa) bu durumlarına şahit olan Ashab da, kendi içinde bir emr-i bi’l ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker mekanizması kurmuş ve ayette belirtildiği üzere, ölünceye dek birbirlerini kötülükten alıkoyup iyiliği ve doğruluğu emreder olmuşlardır. Bu hususta Ebu Bekr, Ömer b. Hattab, Ali b. Ebu Talib, Osman b. Talha, Abdullah b. Mes’ud, Cabir b. Abdullah, Selman-ı Farisî, Huzeyfe b. Yeman, Muaz b. Cebel, Ebu’dDerda, Ebu Musa el-Eş’ari, Sa’d b. Ebu Vakkas, Ebu Zerr el-Gıfarî, Mikdat b. Esed, Enes b. Malik, Abdurrahman b. Avf, Ebu Hureyre, Abdullah b. Ömer ve Muaviye b. Ebu Süfyan’ın (r.hm) örnekleri hadis eserlerinde geçmektedir.¹⁷ Onlar (ki Allah tümünden razı oldu) gerek elleriyle ve gerekse dilleriyle cahilî her âdeti kınamış, bid’at olan her ameli kötülemiş, yanlış olan her işi düzeltmiş ve unutulan yahut ihmal edilen her emri hatırlatmışlardır. Zira onların hedefinde insanlar değil, işledikleri çirkin amelleri vardı. Onlar (r.hm), Allah ve Resulü kendilerini hangi işten neyhettilerse insanları da ondan nehyettiler… İşte birkaç örnek: Zübeyr b. Avvam (ra), pazar yerinde Emevîlerin azatlılarının karaborsacılık (ihtikar) yaptıklarını görünce onlara dayak atmaya başlamıştı ki, tam o sırada halife Osman, onu durdurdu. Ancak Zübeyr öfkeli bir şekilde halifeye de kızdı ve sert sözler söyledi. Bir süre sonra, sakinleşince Osman’a (ra) şöyle konuştu: “Ey

mü’minlerin emiri! Vallahi ben biliyorum ki, senin benim üzerimde hakkın vardır. Fakat ben öyle bir adamım ki, bir kötülük gördüm mü dayanamıyorum!” Osman (ra) daha sonra ona anlayış göstererek yanına oturttu.¹⁸ Ubade b. Samit (ra), Muaviye b. Ebu Süfyan’ı -halifeliği döneminde- halka hutbe verdiği bir sırada, söylediği bir hadis sebebiyle yalancılıkla itham etmişti. Muaviye’nin “Bu yaptığından utanmıyor musun?” diyerek karşı çıkması üzerine, Ubade (ra) şöyle dedi: “Sen bilmez misin ki, ben Akabe gecesi Resulullah’a ‘hiçbir kınayıcının kınamasından korkmayacağım’ diyerek biat etmiştim. Şimdi Allah adına yalan konuştuğun zaman nasıl susarım?” Muaviye bunun üzerine halka ikinci bir hutbe daha verdi ve: “Hadis Ubade’nin dediği gibiymiş, doğrusunu ondan öğrenin...” diyerek hatasını tashih etti.¹⁹ Ebu’d-Derda (ra), günah işleyen birisine söven bir topluluğun yanından geçerken onlara: “Eğer siz bu adamın bir kuyuya düştüğünü görseydiniz, onu oradan çıkarmaz mıydınız?” diye sordu. “Evet.” cevabını alınca şöyle dedi: “Öyleyse kardeşinize sövmeyin. Sizi onun durumuna düşürmekten koruyan Allah’a hamd edin.” Topluluk sordu: “Demek sen ona buğzetmiyorsun!” Ebu’d-Derda şöyle dedi: “Ben onun (kötü) ameline buğzediyorum. O, (kötü) amelini bıraktığında yine benim kardeşimdir.”²⁰ Ebu Bekr es-Sıddık (ra), kendi halifeliği döneminde, halkın artık birbirlerini kötülükten sakındırmaz olduklarını görünce, hutbesinde şöyle demiştir:

~9~

Kış 2013

“Ey insanlar! Sizler: ‘Ey iman edenler! Siz kendinize bakın! Doğru yolda olduğunuz müddetçe haktan sapıtan kimse size zarar veremez.’ ayetini okuyorsunuz ancak yanlış amel ediyorsunuz. Biz, Resulullah’ı şöyle derken işittik: İçlerinde kötülük işlenen bir cemiyet, bu kötülükleri bertaraf edecek güçte olduğu halde (seyirci kalır), müdahale etmezse, Allah’ın hepsine ulaşacak umumî belası yakındır.”²¹ Vazife: Biz diyoruz ki; Allah’ın Elçisinden ve onun yakın arkadaşlarından bizlere gerçek bir miras kaldı: Gözümüzle gördüğümüz ve kulağımızla işittiğimiz her fenalığı ve çirkinliği, elimizle ve dilimizle değiştirmek, insanları ondan alıkoymak ve sakındırmak... Gerek eşimiz, evladımız ve akrabamızdan olsun, gerekse bulunduğumuz ortam, okul-iş hayatı, sokak ve internet ağı üzerinden olsun, imkânımızın el verdiği oranda -şeriate bağlı kalmak kaydıyla- uyarmak, nasihatte bulunmak ve müdahil olmakla memuruz.

Hint yarımadasının alimlerinden Muhammed Kandehlevî’nin güzel bir tespiti var: Günümüzde Müslümanlar tebliğ işini sadece bir takım âlimlere ve hocalara bırakmışlardır. Hâlbuki İslam olan her fert bilmelidir ki, önünde caiz olmayan bir kötülük veya günah işlendiğinde, eğer ki onu durdurabilir veya bunun için sebeplere başvurabilirse, bu durumda onu yapmak üzerine vaciptir.²² Bununla birlikte, eğer bir kimsenin de kötülüğü bertaraf etmeye gücü yetmiyor, elinden yahut dilinden bir şeyler gelmiyor ise onun yapacağı şey, ancak kalbiyle nefret etmek ve içinden o kötülüğü şiddetle kınamaktır.²³ Yine de bu hal, iman için en düşük bir haldir. Resulullah (sa) şunları buyurmuştur: “...Kalbiyle buğzetmek imanın en zayıf mertebesidir.” “Kalbiyle mücahede edenin gerisinde zerre miktarı iman yoktur.” “Zalim bir gücün karşısında hakkı söylemek en büyük cihaddır.”²⁴ Allah bizleri O’nun yollarından gitmeyi nasip eylesin. Âmin.

A’raf Suresi, 163-167. ayetler: “Bir de onlara deniz kıyısındaki şehri sor. Hani onlar cumartesi günü yasağını çiğneyerek haddi aşmışlardı. O gün iş yapma yasağına uyduklarında, balıkları onlara açıktan akın akın geliyor, uymadıklarında ise gelmiyorlardı. Böylece Biz, fıska (günaha) sapmaları dolayısıyla onları böyle imtihan ediyorduk. Onlardan bir topluluk: “Allah’ın kendilerini helak etmek istediği bir kavme ne diye öğüt veriyorsunuz?” dediğinde; “Rabbimize karşı bir özür olsun ve belki sakırlar diye” dediler. Nihayet kendilerine hatırlatılanı unuttuklarında, Biz de kötülükten sakındıranları kurtardık. Zulmedenleri ise yaptıkları fısk dolayısıyla pek zorlu bir azap ile yakaladık. Onlara: “Aşağılık maymunlar olunuz!” dedik. İşte o zaman Rabbin, onlara azabın en kötüsünü kıyamet gününe kadar üzerlerine mutlaka göndereceğini bildirdi. Şüphesiz, Rabbin cezası pek çabuk olandır ve gerçekten O Bağışlayan, Esirgeyendir.” Rahle

~10~

12. Ebu Davud ve Tirmizî Hz. Aişe’den (ra) rivayet etmiştir.

Dipnotlar: 1. Bkz. Ragıb el-İsfehanî, Müfredat, Çıra Yay. cilt: 2, sf. 752-755, (n-h-y) maddesi... Ragıb el-İsfehanî’de araştırdığımız kadarıyla, benzer manada “men’a” (men etme) ve “haram” (mahrum olma) kelimeleri de kullanılmaktadır. Bkz. age. (m-n-a) maddesi, age. cilt: 2, sf. 632633 ve (h-r-m) maddesi, cilt: 1, sf. 302-303. Müellif ayrıca, meallerde “temiz öz-akıl sahipleri” olarak çevrilen nüha (nühye’nin çoğulu) kelimesinin de aynı kökten geldiğini ve “kötü şeyleri yapmayı yasakladığı” için bu ismi aldığını söyler. Bkz. Ta-Ha Suresi, 54. ayet ve tefsirleri… 2. Bkz. TDV İslam Ansiklopedisi ve Şamil İslam Ansiklopedisi, madde başlıkları. 3. Bununla ilgili hadisi Numan b. Beşir’den Buharî ve Tirmizî rivayet etmişlerdir. 4. Bununla ilgili hadisleri; Abdullah b. Mes’ud’dan (ra) Tirmizî ve Ebu Davud, Huzeyfe b. Yeman’dan (ra) Tirmizî, Cerir b. Abdullah’tan (ra) Ebu Davud ve İbn Mace rivayet etmiş olup, haklarında sahih olduğu bildirilmiştir. Bkz. Kütüb-i Sitte, “Emr-i Bi’l-Ma’ruf” Bölümü. Benzer bir sözü Hz. Ali de dile getirmiştir: “Ya iyiliği emreder ve kötülükten men edersiniz, ya da size en kötüleriniz (başınıza) musallat olur. En seçkinleriniz dua eder de duaları kabul olunmaz.” Bkz. İbn Hacer elAskalanî, Metalibu’l-Aliye, Ocak Yay. cilt: 4, hadis no: 3280. 5. Nitekim Ebu Hureyre’den rivayet edildiğine göre; Resulullah (sa): “Cebrail bana nasihat etmeyi emretti.” şeklinde buyurmuştur. Bkz. İbn Hacer el-Askalanî, Metalibu’l-Aliye, Ocak Yay. cilt: 4, hadis no: 3285. 6. Bu kimseler arasında Ebu Saîd el-Hudrî (ra) ile Ebu Talha (ra) vardır. Nitekim 6 hadis imamı da onlardan rivayet etmiştir. 7. Bu kadının Ümmü Saîb (rha) veya Ümmü Müseyyeb (rha) olduğu hususunda ihtilaf vardır. Rivayeti ise Müslim, Cabir b. Abdullah’tan (ra) yapmıştır. 8. Müslim, Abdullah b. Amr’dan (ra) rivayet etmiştir. Resulullah’ın (sa) kızdığı genç sahabe de odur. 9. 6 hadis imamı da Huzeyfe b. Yeman’dan (ra) rivayet etmiştir. 10. Her iki hadisi de Müslim rivayet etmiştir. Rivayetlerin ikincisinde Resulullah (sa) ilaveten şunu demiştir: “Eğer (köleni) azad etmeseydin cehennem ateşi sana dokunacaktı!”

13. Buharî, Ebu Hureyre’den rivayet etmiştir. 14. 6 hadis imamı da Ebu Bekre ve Ebu Musa’dan ayrı ayrı rivayet etmişlerdir. 15. Bkz. İmam Nevevî, Riyazu’s-Salihîn, “Kitab-u Mennu (Yasak Olan Şeyler Bölümü)” 16. Sırasıyla: Tirmizî, İbn Mes’ud’dan (ra) rivayet etmiş ve hasen olduğunu söylemiştir. 6 hadis imamı da İbn Mes’ud’dan (ra) rivayet etmiştir. 6 hadis imamı da Huzeyfe’den (ra) rivayet etmiştir. 17. Bkz. İmam Nevevî, Riyazu’s-Salihîn, İslamoğlu Yay. hadis no: 1533, 1602, 1605, 1647, 1649, 1660, 1663, 1704, 1708, 1715, 1771, 1789, 1794, 1795, 1801, 1805, 1813, 1818, 1846, 1863. 18. Ebu Saîd’den rivayet eden İshak b. Rahaveyh, Müsned. Bkz. İbn Hacer el-Askalanî, Metalibu’l-Aliye, Ocak Yay. cilt: 4, hadis no: 3277. 19. Ya’la b. Şeddad’dan hasen bir isnadla rivayet eden İshak b. Rahaveyh, Müsned. Bkz. İbn Hacer el-Askalanî, Metalibu’l-Aliye, Ocak Yay. cilt: 4, hadis no: 3281. 20. Ebu Kılabe’den rivayet eden; Ali el-Muttakî, Kenzu’l -Ummal. Bunun bir benzerini İbn Mes’ud (ra) da dile getirmiştir: “Bir kardeşinizi günah işlerken gördüğünüzde; ‘Allahım! Onu rezil et! Ona lanet et!’ diyerek ona karşı şeytana yardımcı olmayın. Allah’tan onun durumuna düşmemeyi dileyin. Bkz. M. Zekeriyya Kandehlevî, Hayatu’s-Sahabe, Bengisu Yay. sf. 339. 21. Kays b. Ebi Hazım’dan rivayet edenler; Tirmizî, Ebu Davud, İbn Mace. Bkz. Kütüb-i Sitte, Akçağ Yay. Hazırlayan: İbrahim Cananoğlu, c: 1, hadis no: 92. 22. Bkz. M. Zekeriyya Kandehlevî, Fezâil-i A’mâl (Amellerin Faziletleri), Gülistan Neşriyat, sf. 526. 23. İbn Mes’ud (ra) şöyle demiştir: “Muhakkak ki bir takım kötü şeyler zuhur edecektir. Böyle bir durumla karşılaşan kimse, eğer onu değiştirmeye gücü yetmiyorsa, onun için Allah’ın, kalbinin ondan nefret ettiğini bilmesi yeter.” Bkz. İbn Hacer el-Askalanî, Metalibu’lAliye, cilt: 4, hadis no: 3282. 24. Sırasıyla: Ebu Saîd el-Hudrî’den (ra) rivayet edenler; 6 hadis imamı. Kütüb-i Sitte, c: 1, hadis no: 89. İbn Mes’ud’dan rivayet eden; Müslim, Sahih. Kütüb-i Sitte, c: 1, hadis no: 90. Ebu Saîd el-Hudrî’den rivayet eden; Tirmizî, Ebu Davud, İbn Mace. Kütüb-i Sitte, c: 1, hadis no: 96.

11. Ebu Davud, Abdullah b. Cafer’den (ra) rivayet etmiştir. Abdullah’ın açıklamasına göre: “Resulullah bizi yanına çağırdığında, bizler o gün yavru kuşlar gibiydik.”

~11~

Kış 2013

SOHBET ADABI-3 (İZİN İSTEME—İSTİ’ZAN BAHSİ)

Ahlak

Necmettin Irmak

G

iriş

Sorumluluk sahibi her Müslüman, taşıdığı bilinç gereği, Allah adına yapıp ettiği işlerde başına buyruk davranamayacağını bilir. Yine bu bilinç gereği, yapıp ettiği işlerde hukuka ve edebe riayet eder. Müslüman olmasından kaynaklanan birliktelik ortamların da diğer kardeşlerinin ve sorumlu şahsiyetlerin hukukuna edebli bir şekilde riayet eder. Çeşitli davranışlarını onların bilgi ve izni çerçevesinde yapar. Bu bilgi ve iznin olmadığı hallerde, kargaşa ve sorunlara sebebiyet verecek tavır ve davranışlardan kaçınır. Allah’ın Kitab-ı Kerim’inde ‘istizan’ hususuna dikkatimizi çektiğini, bunun hem ferdi ilişkilerimizde, hem ailevi ilişkilerimizde, hem de toplumsal ilişkilerimizde dikkate almamız gereken aslî bir mesele olduğunu görür. Hz. Peygamber’in (sa) sahabesine öğrettiği bu önemli hususun sorumluluk bilincini kuşanarak yerine getirilmesi gereken bir özelliğe sahip olduğunu anlar. Gereğince de amel eder. Sohbette İzin Halleri Sohbet ortamları ya umumidir ve herkese açıktır veya hususidir ve ancak davet olunanlara açıktır. Umumi sohbet ortamlarında, salon yahut cami gibi farklı yapılarını göz önünde bulundurarak sohbete dâhil olmak gerekir. Çoğunlukla bu tür ortamlara dâhil olmak için izin almak gerekmeyebilir. Fakat yine de vaktinde gelmek gibi, ~12~

ortamın dikkatini dağıtmaktan kaçınmak gibi yahut içeriye alınmanın sohbeti düzenleyenler tarafından bir usulü belirlenmişse o usule uygun davranmak gibi izine işaret eden adabına riayet etmelidir. Bu tür sohbet ortamlarına dâhil olunduğunda dikkat edilmesi gereken bir diğer husus da boş yerlere oturma için izin isteme adabıdır. Hem önlerinden yahut aralarından geçilecek şahıslardan izin isteme ve hem de boş gördüğümüz yerin uygunluğunu öğrenmek için izin isteme, bu adabın güzelliğindendir. Hususi sohbet ortamlarına gelince; kişi, eğer sonradan dâhil olacaksa kendini geri çevrilmeye hazırlamalıdır. Geri çevrildiği her durumda su-i zandan sakınmalı ve niçin içeri alınmadığını hem kendi nefsinde, hem de farklı ortamlarda sorgulamadan kaçınmalıdır. Zira bu durum kişinin iç dünyasında vesveselere zemin hazırlar ve gereksiz bir güven sorunu oluşturur. Neticede sevginin, ilginin ve ülfetin (kaynaşmanın) zayıflayıp bağların koparılmasına yol açar ki, bu caiz olmayan bir neticedir. Kişi özel sohbet ortamına dâhil olmak için izin istemede ısrar etmekten de sakınmalıdır. Kişi eğer sohbet başlamadan sohbet ortamında bulunuyor ise istifade etmek maksatlı kalmak için isiz istemeli ve eğer ima yoluyla dahi olsa kalması uygun bulunmuyorsa ısrar etmeden ortamı terk etmesi güzel bir davranış biçimi olduğunu bilmelidir. Sohbet ortamlarına girerken ve bu ortamlardan ayrılırken selam vermenin de bir edebi vardır. Selam verme, bu ortamlarda

izin hukukuyla da doğrudan bağlantılıdır. Müslümanın Müslüman üzerindeki haklarından birisi olan selam, muhabbetin ve bağların güçlenmesine de vesiledir. Kişi bir sohbet ortamına girerken -bu ortam ister genel isterse özel ortam olsun- sohbet (ders, seminer, konferans vs.) başlamış ise selam vermeden uygun bir yere oturur.Eğer sohbet henüz başlamamış ise ortama girdiğinde selam verme imkânı varsa yani sohbete iştirak edenler kalabalık addedilmeyecek sayıda ise uygun bir ses tonuyla selam verir ve isterse musafaha yapabilir. Ancak ortamın tümüne selam verme imkânı yoksa yani iştirak edenlerin sayısı çok ise hemen ilk karşılaştıklarının duyacağı bir ses tonuyla selamını verebilir. Sohbet tamam olmadan çıkmak için izin alındığında ise selam vermenin lüzum addetmediğini kişi bilmeli ve sükun içerisinde sohbet ortamından ayrılmalıdır. Kişi eğer katılması gereken bir sohbete meşru bir gerekçe ile katılamayacak ise bu durumu münasip bir dil ve iletişim ile sohbetin sorumlusu kişiye veya sohbette bulunan hoca efendiye mutlaka bildirmeli ve gereken izni almalıdır. Bu durumun ders ve sohbet adabında ehemmiyetli bir yer tuttuğu bilinmelidir. Zira izinsiz ve meşru bir gerekçe olmadan katılmamak hem büyük bir hak ihlalidir, hem de çalışmalarda zafiyete sebep olur ki, bu da ağır bir vebaldir. Oluşturacağı kötü örneklik, ayrıca uhrevi mesuliyeti de kişinin omuzlarına yükler. İslamî çalışmaların sorumlularında bulunması gereken ciddiyeti zedelemesi de bir başka mesuliyettir. Ayrıca hem hoca ve

~13~

Kış 2013

hem de diğer katılımcılar da oluşturacağı motivasyon eksikliği ve zaafı da bu mesuliyeti ağırlaştırır. Kişi bunun için yüklendiği bu sorumluluğun gereğini yerine getirdiğinde ahiretteki ecrini nasıl ümit ediyorsa aynı şekilde sorumluluğun gereğini yerine getirmediğinde de ceza ile karşı karşıya kalabileceğini bilmelidir. Kişi, katılması zorunlu olmayan bir sohbet ortamına özel bir şekilde davet olunmuş ve fakat katılım gösteremeyecek ise yine kendisini davet edenden mazeretini bildirerek izin istemesi güzel ahlakın ve edebin nezaket yönü olduğunu bilmelidir. Kişinin sohbet ortamında izin isteme adabına uygun davranması gereken bir diğer husus da, soru sormak için izin istemesidir ki, biz bu konuyu bir önceki yazımızda “Soru Sorma Adabı” başlığı altında yazmıştık. Kişinin katıldığı sohbet ortamları ile ilgili dikkat etmesi gereken bir diğer önemli husus da, bu ortamların özel hukukudur. Eğer katıldığı ortam, konumu gereği mahrem konuların konuşulduğu, 3. kişi veya kişilerin caiziyet sınırları içinde konu edinildiği yahut Müslümanların çeşitli meselelerinin gündem olduğu bir ortam ise konuşulan hususların bir emanet olduğu ve emanete riayetin de farz olduğunu, emanete ihanetin ve dolayısıyla ortamın hukukunu ihlalin haram olduğunu bilmek gerekir. Meğerki izin verilmiş ola... Bu durumda yani izin verildiği takdirde, izin verilen konu ve miktarca konuşmanın cevaziyeti malumdur.

tarılması dikkat gerektiren ve doğru aktarımı için yeterliliğe ihtiyaç duyulan bir özelliğe sahipse bu durumda da özel izin ve icazet zorunluluğu olabilir. Bu takdirde gerekli yeterlilik ve icazete sahip olmayanlar izinsiz aktarmaktan kaçınmalıdırlar. Sohbete katılımda kısıtlamanın olmadığı genel ortamlarda veya sohbetin içeriğini başkasına aktarmada sınırlamanın olmadığı ders halkalarında işlenilen konuların sohbet ortamı dışında kullanılması için herhangi bir izin isteme gerekmez. İzin istemeyi gerektiren bir başka durum da, sohbetten ayrılmaya dairdir. Kişi bilmeli ki, girdiği her sohbet ortamından keyfince çıkmak hem hukuka hem de edebe aykırı çirkin bir iştir. Ortam genel katılımın olduğu kalabalık kitlelere hitap edilen ortamlar ise ve ayrılmak zarurî olmuş ise dikkat çekmeden ve ortamın dikkatini dağıtmadan ayrılmaya çalışmak gerekir. Kaldı ki ayrılma durumu önceden biliniyor ise arkalarda yer edinmek daha uygundur. Bu gibi ortamlarda dikkat edilmesi gereken bir başka husus da zaruret olmadıkça giriş çıkışlardan uzak durulmasıdır. Fakat ortam, özel sohbet ortamı ise ve kısa süreli yahut tamamen ayrılmak zarurî olmuş ise ortamı sahibinden uygun bir dil veya işaret ile ayrılma izni alarak ortamı terk etmek gerekir.

Kişini katıldığı ortam, mahremiyeti olmayan ve fakat anlatılan ders ve sohbet, akRahle

~14~

İNANÇ-DAVRANIŞ UYUŞMAZLIKLARI Mehmet Kürşat Fikriyat

M

üslümanların birbirleri üzerindeki koruyuculuk vasfının en önemli tezahürlerinden birisi “emr-i bi’l ma’ruf nehyi ani’l münker” vazifesidir. İyiliği emretmek ve kötülükten alıkoymak olmasaydı, insanlar kendi heva ve heveslerinin peşinden koşar ve ifsat olmuş bir sosyal hayat oluşurdu. Tarih boyunca puta tapan toplulukların oluşum sürecinin de, İslam topluluklarının ve Müslümanların ifsadı sürecinin de en temel amili, iyiliğin terk edilmesi ve simgelerde yaşatılmaya çalışılması olmuştur. Denizin yarıldığını gördüğü halde iman etmeyen bir adamın varlığı biraz tuhaf gelmiyor mu? Yahut elleri ve ayakları çaprazlama kesilecek olduğu halde iman eden bir adamın varlığı? Ben Müslümanım dediği halde namaz kılmayan bir kişi, acaba bu halini nasıl mazur görüyor? Para kazanabilmek için insanlara işkence eden bir adam, acaba kazandığı bu parayı çocukları ile güle oynaya nasıl yiyebiliyor? Bir devlet başkanı tebaasının üzerine bomba yağdırmayı; buna karşılık açlık ve sefalet içinde dağda gezen bir muhalif, bu sefaleti sürdürmeyi kendisine nasıl izah ediyor? Yirmi yaşında hızlı komünist olan bir patron, kırk yaşında çalışanın SGK’sını yatırmamanın yollarını arar hale nasıl geliyor? Cevaplanması gereken ne kadar da çok soru var! İnsanların bugün yapmayı bile hayal edemedikleri şeyleri, on sene sonra rahatlıkla yapacaklarını söyleseniz, büyük ihtimal “hadi oradan” gibi bir cevap alırsınız. Bugün yaptıkları şeyleri, on sene önce hayal bile etmediklerini hatırlatsanız, “o zaman ~15~

toyduk” diye başlayan bir cevabı almaya hazır olun. Acaba bu değişimler nasıl oluyor ve insanlar bu değişimi kendilerine nasıl izah edebiliyorlar? İnançları ile çelişen davranışları alışkanlık haline getirmeleri ve bu doğrultuda “yeni inançlar edinmeleri” süreci nasıl işliyor? Bu soruların cevaplarını, öncelikle insanın yaradılışında aramak gerek. Her şeyden önce şunun altını çizelim ki; insanlar, kendileri ile çelişik bir halde yaşamayı devam ettiremezler. Oluşan tüm çelişkileri bir şekilde çözerler. Yaşadığı çelişkiyi çözemeyen bireyler, ciddi psikolojik rahatsızlıklar ile yüzleşir ve bazen tedaviye muhtaç bir hale gelebilirler. Çelişki yaşamak insani bir haldir ve garipsenmemesi gerekir. Yaşanan çelişkilerin neticesi olumlu veya olumsuz olabilir. Bir kâfirin Müslüman oluşu da, bir Müslümanın kâfir oluşu da yaşadıkları çelişkiler ve ürettikleri çözümlerin sonucudur. Emr-i bi’l ma’ruf ve nehy-i ani’l münker vazifesi, her kim olursa olsun, kişilerin yaşadıkları tüm çelişkilerde, tercihlerini hak yönünde kullanmasını sağlamak amacı ile yapılır. Hem kişinin kendisini istikamet üzere muhafaza edebilmesi, hem kardeşlerini usulü dairesinde ikaz edebilmesi, hem de kâfirlerin hidayeti uğrunda, onlarla en güzel bir şekilde mücadele edebilmesi için, yaşanan olayları ve neticelerini sağlıklı bir şekilde değerlendirebilmesi ve uyanık olması gerekir. İnsanları, inançları ile uyuşmayan davranışları yapmaya ve dolayısı ile inanç değişimine iten sebepleri inceleyen araştırmacıların elde ettikleri verileri sağlıklı bir şekilde değerlendirebilirsek, bazı toplumsal ve bireysel bozulmaları engelleyeRahle

bilir veya olumlu değişimleri tetikleyebiliriz. Bu amaçla, sosyal psikoloji konusunda hazırlanmış ve üniversitelerde ders kitabı olarak okutulan, Shelley E. Taylor, Letitia Anne Peplau ve David O. Sears tarafından yazılmış, Ali Dönmez tarafından çevirisi yapılarak İmge Kitabevi tarafından yayınlanmış olan “Sosyal Psikoloji” isimli eserin, “Bilişsel Çelişki Kuramı” başlıklı bölümündeki tespitleri, “davetçi” gözlüğü ile inceleyeceğiz… (Kitaptan yapılan alıntılar italik olarak vurgulanmıştır.) - Bilişsel çelişki kuramına göre, iki temel çelişki türü mevcuttur. Karar sonrası yaşanan çelişki ve inanca ters düşen davranışın sebep olduğu çelişki. Aşağıda değinilen her bir başlık kendi içinde bir çözümlemeyi barındırır. Herhangi bir kişinin kendi hayatı veya çevresinde olup bitenlerle ilgili yaşadığı tecrübelerde, benzer durumlarla karşılaşmamış olması neredeyse imkânsızdır. Belki de bu başlıkları okurken, küçük bir muhasebe yaparak geldiğimiz noktayı ve bu noktaya geliş sürecimizi değerlendirmek, faydalı neticeler verecektir. Karar Sonrası Yaşanan Çelişki: - İki seçenekten birini tercih eden kişi veya toplumlar, her hâlükârda bir çelişki yaşayacaklardır. Her iki seçeneğin de olumlu ve olumsuz unsurları mutlaka vardır. Tamamen olumsuz olan bir seçenek, gerçek manada bir seçenek değildir. Yapılan her tercih, terk edilen tercihin olumlu yönleri ve seçilen tercihin olumsuz yönleri sebebiyle bir çelişkiye neden olur. Kişiler bu durumda tercih edileni daha

~16~

çok sevme ve terk edileni daha az sevme yönünde ilerler ve çelişkiyi bertaraf ederler. Bu sürecin sonunda seçilen tercih felaketle bile sonuçlansa, ikinci seçeneğe dönmek yerine, içinde bulunulan hale daha sıkı bağlanma ve hatada ısrar kaçınılmaz olur. Sapıklıkları ayyuka çıkan grupların veya liderlerin etrafında toplanan insanların, tüm olanlara rağmen dağılmamaları, hatta birbirlerine ve inançlarına daha sıkı sarılmalarının arkasında bu realite yatmaktadır. Dolayısı ile yapılan tercihler ne olursa olsun, seçenekler diri tutulmalı ve gerekli sorgulamalar yapılmaya devam edilmelidir. Hristiyanların Hz. İsa’yı Allah’ın oğlu ilan etmeleri, Hz. Musa’ya verilen tüm mucizelere rağmen Firavun’un küfründe inat etmesi, Haricilerin önüne gelen her Müslümanı tekfir eder hale gelmesi veya bazı akımların namazsız bir din tesis edebilmesi, yaşanan böylesi bir sürecin mahsulüdür. İnanca Ters Düşen Davranış: - İnsanlar inançlarına aykırı şekilde davrandıklarında, bir çelişki yaşarlar. Davranışın kendisini geri almak mümkün olmayacağından, oluşan bu çelişki yaygın bir şekilde inanç değiştirilerek çözülür. İnsanların çelişkileri çözmede üç temel yaklaşımı vardır. Birincisi, nadiren de olsa inançları ile uyuşmayan ameli terk ederler. İkincisi sıklıkla ise inançlarını değiştirerek bu çelişkiyi ortadan kaldırmayı tercih ederler. Üçüncü bir yöntem olarak ise çelişkinin önemi azaltılarak, çelişki değersizleştirilir ve insan normal yaşantısına kaldığı yerden devam eder. Kendisine teslim edilen mahkûmlara iş-

KİTAP ÖNERİSİ: Sosyal Psikoloji, S. Taylor—L. Anne Peplau—D. Sears, İmge Kitabevi Yay. 591 sf. 2010 İstanbul.

kence eden bir görevlinin, “Ne yapayım? Ben emirleri uyguluyorum demesi” değersizleştirmeye verilebilecek en çarpıcı örnektir. Yukarıdaki tespitler de açıkça ortaya koymaktadır ki insanlar kendi başlarına bırakıldıklarında, çevre şartları, imkânlar, arzu ve heveslerinin çizdiği rotada ilerliyor ve her defasında kendini haklı buluyorlar. Başladıkları yer ile vardıkları yer tamamen farklı olsa bile, hala kendilerini olunması gerektiği şekilde olmayı başarmış ender şahsiyetlerden zannediyorlar. Yeni doğmuş bir bebeği büyüten anne, nasıl ki onun büyüdüğünü fark edemez de dışarıdan birileri “çocuk amma da büyümüş” dediğinde bu değişimi fark ederse, insanlar da inançlarında yaşadıkları değişimi, çoğunlukla dışarıdan gelen benzer tespit-

~17~

Kış 2013

lerle algılayabiliyorlar. Bu hatırlatmalar geciktiğinde ise artık iş işten geçmiş ve geri dönüşü olmayan bir yola girilmiş olunabilir. İnançlar (kanaatler) ile olası davranışlar arasındaki uyuşmazlığın yani çelişkinin büyük olması kişiyi ilgili davranıştan uzak durmaya sevk eder, düşük çelişki davranışı kabul edilebilir kılar ve inanç değişimine, özellikle değersizleştirmeye zemin hazırlar. Bir Müslümanın zina davetine karşı tavrı ile alışık olduğu bir günaha karşı tavrı arasındaki fark, bu hususta örnek olarak ele alınabilir. Birincisinden şiddetle kaçacak olan Müslüman şahsiyet, ikincisini ise rahatlıkla işleyecektir.

yaşadığı çelişki düşük olacaktır. Eğer bankadan ayrılmayı tercih etmezse, orada çalışmayı mazur gösterecek çözümler üretecek, zaruret perdesine sığınacaktır. Yaşanan bu düşük çelişki, kişinin inancını koruyarak hatalı davranışı devam ettirmesini mümkün kılacaktır.

Diğer yandan büyük çelişkiye rağmen, bir davranış işlenir ise inanç değişimi kaçınılmaz olur, düşük çelişkilerde veya çelişkinin olmadığı durumlarda ise olumsuz davranış, inanç (kanaat) değişimine sebep olmaz veya cüzi bir değişim (değersizleştirme) söz konusudur. Hayatına idealist olarak başlayan bir şahısın, zaman içerisinde umursamaz, ben merkezli, dosdoğru yoldan ayrılmış ve içinde bulunduğu halden zevk alır hale gelmesi, mutlaka irdelenmeli ve çözümler üretilmelidir. Acaba bu değişimin sebepleri neler olabilir?

Bu kişilerin oluşturduğu kötü örnekliğin vebali ayrıca değerlendirilmelidir. Kendilerini korumuş olmaları bu vebali ortadan kaldırmayacaktır. Fakat aynı kişi, en azından aynı şartlarda bir başka işi rahatlıkla bulabilecek durumda ise, yaşadığı çelişki daha büyük olacaktır. Çünkü bankanın sağladığı imkânlar sıradan kalacak, yani karşılık (ücret) düşük olacaktır. Bu durumda işe devam edebilmek için inancın (kanaatin) değiştirilmesi kaçınılmazdır. Sonuç olarak, hem kötü örnek olmuş olacaklar hem de kendilerini de koruyamayacaklardır. Müslümanların hem kendilerine hem de kardeşlerine, Allah’ın verdiği nimetleri ve doğru davranışların karşılığında alınacak ücretin (Allah’ın rızası ve Cennet nimetleri) çok daha yüksek olduğunun hatırlatılması gerekmektedir. Allah-u Teâlâ’nın Cennet nimetlerini tekrar tekrar hatırlatmasının bir hikmeti de bu olsa gerek.

Yetersiz Neden (Ücret):

Tehdit:

- İnsanların inanca aykırı davranış için alacakları ücret azaldıkça çelişki artar, ücret arttıkça çelişki azalır.

- Daha büyük tehditler, daha küçük çelişkilere sebep olur.

Bankada çalışan bir Müslüman, işten ayrıldığında işsiz kalacağını ve zor duruma düşeceğini düşünüyor ise, bankanın sağladığı imkân onun için çok değerli olacaktır. Dolayısı ile inançları ile işi arasında kalarak Rahle

Ölüm tehdidi altındaki bir kişinin imanını gizlemesi ile yaşayacağı çelişki düşük olacaktır ve imanına hiçbir şekilde zarar vermeyecektir. Böylesi bir tehdit altında sergilenen olumsuz davranışlar olsa olsa inancı kuvvetlendirir. Bununla birlikte yo-

~18~

ğun tehditler için verilen ruhsatların, sıradan hadiselerde kullanılması, daha büyük çelişkiye sebep olacağı için, inancın değiştirilmesi riskini barındırır. Takıyye kültürünün inanç yozlaşmasına sebep olmasının en önemli sebebi budur. Ortada ciddi bir tehdit olmadığı halde, bulunduğu ortamlarda kendini saklamayı, dolayısı ile inancına aykırı davranmayı lüzumlu gören bir Müslüman, bir müddet sonra davranışları yönünde inançlarını revize etmeye başlayacaktır. Her ne gerekçe ile olursa olsun, Müslüman bir bireyi böyle bir tehlikeye maruz bırakmak büyük bir vebaldir. Müslümanlara fayda sağlamak için bile olsa, böylesi tercihleri tavsiye etmek ve yaygınlaştırmak, bozulmanın ilk adımıdır. Takıyye kültürünün dışlanması, Müslüman toplumun en ciddi vazifelerindendir.

Seçme Özgürlüğü:

Diğer bir açıdan şirk ve küfür içerisinde olan kişilere vaat edilen Cehennem ateşinin dehşeti, kişinin mevcut inancı ile iman etmek arasında yaşadığı çelişkiyi küçültecektir. Oluşan bu çelişki, kişinin imana uygun davranış geliştirmesini kolaylaştıracaktır. Bu tür davranışlar da kişinin mevcut inancını terk ederek imanı seçmesinin yolunu açacaktır. Eğer kişinin ahirette karşılaşacağı ceza çok daha hafif olsaydı veya hiç olmasaydı, arzu ve hevesine uymuş bu kişi, imana doğru yönelim ile mevcut inancı arasında büyük bir çelişki yaşayacaktı ve mevcut inancını koruma yönünde davranacaktı. Bu ve bir önce madde dikkate alındığında, şunu söyleyebiliriz; Müslüman bir davetçi eğitimde Cenneti, tebliğde ise Cehennemi daha çok hatırlatmalı, nefsinde ise ikisini de sıkça anmalı ve zikri terk etmemelidir.

Siyasal bir parti bünyesinde çalışan bir Müslüman, ilgili partinin yaptığı yanlışları fark etse dahi, bunun kendi iradesi dışında olduğu ve değiştirmeye güç yetiremeyeceğine dair kanaatinden dolayı, inançlarını korumaya devam ettiği halde, uygunsuz davranışından dolayı herhangi bir çelişki yaşamaz. Ama bahsedilen o bireylerin, taraftarı olduğu ve hatta sırf o toplumun parçası olduğu için bizzat yaptığı propagandalara maruz kalan genç dimağlar, ilgili bireyin kişisel duruşunu dikkate alarak, doğrunun bu olduğu kanaatine varıp, inançlarını bu doğrultuda yapılandırabilirler. Böylesi şahısların sebep olduğu ifsatlar en tehlikelilerindendir. Özetle; bir toplum içerisinde inanç ve değerlerini kaybetmeden yaşayabilen bireylerin varlığı, o toplumun doğru yolda olduğuna delalet etmez.

- İnanca ters düşen davranış, yalnızca kişi davranışta bulunmayı kendi özgür iradesi ile seçmişse veya böyle olduğunu düşünüyorsa çelişkiye yol açar. İçinde bulunduğu toplum veya cemaat tarafından öğütlenen ve kendi inancı ile uyuşmayan bir davranışı yapan bir kişi, çelişki yaşamaz. Bu durumda inancını değiştirmediği halde, yanlış olan davranışı sürdürebilir. Bu durum ilk bakışta bir sıkıntı oluşturmuyor gibi görünse de ciddi bir tehlikeyi barındırmaktadır. Bahsedilen kişileri rol model alan diğer kişiler, bu davranışın inançtan kaynaklandığı veya en azından inanç ile çelişmediği kanaatine ulaşırlar ve toplumsal bir dönüşüm kaçınılmaz hale gelir.

~19~

Kış 2013

Geri Dönülemez Biçimde Bağlanma: - Kişi bir davranışa geri dönülemez bir biçimde bağlanmış ise inanç değişimi kaçınılmazdır. Bir kerelik yapılan ve pişmanlık duyulan davranışlar, inanç değişimine sebep olmazlar. Küçük bile olsa bir günahın ahlak haline getirilmesi ve sürekli yapılması, en azından o günah ile ilgili kanaati değiştirir. Bu yüzden en çok kaçınılması gereken günahımız, sürekli yaptıklarımız ve bağlandıklarımız olmalıdır. Bunlardan daha tehlikeli olanlar ise sürekli ve aleni bir şekilde işlediğimiz günahlarımızdır. En tehlikelisi ise sürekli, aleni ve bizi uyarmasını umduğumuz Müslüman kardeşlerimizle beraber işlediğimiz günahlarımızdır. Toplumların inşası ve ikazı esnasında bu husus dikkate alınmalıdır. Küçük görülen ve yaygınlaşan bir münker, geleceğe dair ciddi alarmlar verir. Evlerimizin başköşesini işgal eden televizyonlar, alış-veriş merkezlerinde günah cümbüşü içinde geçirilen hafta sonları, sahil ve plajlarda sırf denize girebilmek için katlanılan günahlar ve nicesi, sürekli olarak gündem edilmeli ve bertaraf edilmeleri sağlanmalıdır. Bir diğer açıdan, bu özellik, kişilerin hayırda sebatının da anahtarı olabilir. Namazın insanları günahlardan uzak tutması ve kalplerin Allah’ın zikri ile mutmain olması, bu bağlamda değerlendirilmelidir. Kişi namazı ve zikri terk etmediği müddetçe inançlarını hak yönde tebdil edecektir. Önceden Görülebilir Olumsuz Sonuçlar: - Çelişkinin yaşanabilmesi için, insanların kararlarının olumsuz sonuçlarını önceden Rahle

tahmin edebilir olduklarına inanmaları gerekir. Aksi durumda kişi yanlış bir davranış yapmış olsa bile, çelişki yaşamaz ve inançlarını değiştirmeye ihtiyaç duymaz. Kazara işlenen bir günah, kişinin inancını veya kanaatini değiştirmez. “İlk bakış” bu yüzden mazur görülmüş olsa gerek. Kişi yabancısı olduğu bir ortamda böylesi bir günah ile karşılaşırsa, kendini koruyacak ve günahtan sakınacaktır. Lakin benzer ortamlara mükerrer ziyaretlerinde, artık bu günah öngörülebilir hale gelecek ve bu durum çelişki oluşturacaktır. Kişi, benzer ortamlarda bulunmayı sürdürürse ya inancını değiştirecek ya da bu günahı değersizleştirecek ara bir yol bulacaktır. Olumsuz Sonuçlar İçin Sorumluluk: - Eğer karar alıcılar sonuçlar için sorumluluk duyarlarsa, sonuçlar öngörülebilir olmasa bile, çelişki yaşarlar. Fakat sonuçlardan sorumluluk duymayan kişiler bu çelişkiyi yaşamazlar. Bir topluluğun önde gelenleri bir kanaat ortaya koyarak, o topluluğu bir yöne yönlendirdiğinde, onlara tabi olanlar, sonuç olumsuz bile olsa bir çelişki yaşamazlar. Bunun sonucu olarak da yaptıkları yanlış davranıştan dolayı inançlarında bir değişime ihtiyaç duymazlar. Lakin lider kadro, bu olumsuz sonuç karşısında çelişki yaşayacaktır. En başta da değindiğimiz üzere, bu çelişki, sıklıkla inancın değiştirilmesi şeklinde çözümlenecek veya bu çelişki değersizleştirilerek çözüm üretilecektir. İslami çalışmaların uğradığı erozyonun en önemli gerekçelerinden birisi bu husustur. Lider kadro, attıkları yanlış bir adımın

~20~

olumsuz sonuçları ile karşılaştıklarında, bu davranışı terk etmek yerine, çözümü, terk etmeyi telkin eden kanaat ve inançlarını değiştirmekte aramaktadırlar. Bu tercih hatada ısrarı doğurmakta ve istikametten ayrılmayı kaçınılmaz kılmaktadır. Bununla beraber bu kararlardan ve sonuçlarından dolayı sorumluluk duymayan tebaa, hala inançlarını korudukları ve onları değiştirmeye ihtiyaç duymadıkları için, yeni ve inançları ile uyuşan bir güzergâh belirlemek konusunda daha rahat davranmaktadırlar. Harcanan Çaba: - Olumsuz sonuçları olan davranışta bulunurken harcanan çaba arttıkça, çelişki yaşanma olasılığı da artar. Hacca gitmek için yoğun çaba harcayan bir kişi, oraya vardığında karşılaştığı sıkıntıları dert etmeyecektir. Sıkıntı çekme konusundaki kanaati her ne kadar olumsuzsa da, orada olmak için harcadığı çabayı düşünerek, bu kanaatini değiştirecek ve sıkıntıları dert etmekten vazgeçecektir. Aynı şekilde bir günahı işlemek veya o günahı zaruri kılan konuma gelmek için harcanan çabanın çokluğu da çelişkiyi arttıracak, dolayısıyla inanç ve kanaatlerin değişimini kolaylaştıracaktır. Bu konuda en yoğun tehdit, faizle ilgili karşımıza çıkmaktadır. Bin bir emekle kurduğu, tüm birikimi ve vaktini harcadığı işletmesini, içine düştüğü nakit darboğazından çıkarmak için faiz seçeneğini kullanan bir Müslümanın, faiz ile ilgili kanaatlerini değiştirmesi kaçınılmazdır. Benzer olarak bir makama gelmek için bin bir sıkıntı çeken bir adamın, o makamda olmasından dola-

yı işlemek zorunda kaldığı günahları kanıksaması ve onlarla ilgili kanaatlerini değiştirmesi ve hatta bu davranışları günah listesinden çıkarması da kaçınılmazdır. Yukarıda bahsettiğimiz genel prensipler, her türlü inanç sistemi için geçerlidir. İnançlar ister batıl olsun ister hak, bireylerin davranışları o inanç sisteminin dışında ise, kişiler inançlarını gözden geçirip değişikliğe giderler. Hidayet yolunda, kişilerin yaşayacağı çelişkiler, insanların iman etmesini kolaylaştıracak, tersi bir durumda da Müslümanların hak yoldan ayrılmasına sebep olacaktır. Her ne kadar amel imandan bir cüz değilse de, imana rağmen icra edilen yanlış ameller, zamanla bireyin nazarında ve özelinde imanın içeriğini bozmakta veya değersizleştirmektedir. Birey olarak böylesi bir süreçten sakınmanın yolu namazı korumak, Kur’an’ı bolca okumak, Allah’ı bolca zikretmek, uzlet ve halvet ortamlarında gidişatını gözden geçirmek, vazgeçebilmeyi göze almak ve iyiliği emredip kötülükten sakındıran bir topluluğun içinde olmaktır. Rabbimiz! Biz şeytanın yapıp ettiğimiz şeyleri süslediğini biliyoruz. Bizi onun şerrinden ve onun yolundan gidenlerin şerrinden muhafaza eyle. Bizleri, kendi hevasının peşine düşüp, kendini helak edenlerden eyleme. Bizleri, uyarıldığı zaman kulak kesilen, hayra çağrıldığında koşan, yaptığı yanlışlarda bile bile ısrar etmeyenlerden eyle. İnancımız ile çelişen bir davranış yaptığımızda, o davranışı terk etme basireti ver. Bizi doğru yola ilet, nimet verdiklerinin yoluna. Kendilerine gazaplandığın ve yolunu şaşırmışların yollarına değil. Âmin...

~21~

Kış 2013

KIRIK CAM TEORİSİ

Fikriyat

Necip Aslan

K

ırık cam teorisini bilir misiniz? ABD’li suç psikologu Philip Zimbardo’nun 1969’da yaptığı bir deneyden ilham alınarak geliştirilmiş. Zimbardo, suç oranının yüksek olduğu, yoksul Bronx ve daha yüksek yaşam standardına sahip Palo Alto bölgelerine birer 1959 model otomobil bıraktı. Araçların plakası yoktu, kaputları aralıktı. Ve olup bitenleri izledi. Bronx’taki otomobil üç gün içinde baştan aşağıya yağmalandı. Diğerine ise bir hafta boyunca kimse dokunmadı. Ardından Zimbardo ve iki öğrencisi ‘sağ kalan’ otomobilin yanına gidip çekiçle kelebek camını kırdı. Daha ilk darbe indirilmişti ki çevredeki insanlar (zengin beyazlar) da olaya dâhil oldu. Birkaç dakika sonra o otomobil de kullanılmaz hale gelmişti. “Demek ki” diyordu Zimbardo, “ilk camın kırılmasına ya da çevreyi kirleten ilk duvar yazısına izin vermemek gerek. Aksi halde kötü gidişatı engelleyemeyiz.” İnsan kendi içinde de birçok kırık camlar taşıyor. Varlığını pek sorgulamıyor, önemsiz gibi gözüküyor. Küçük gibi gözüken bu günahlar zamanla kişinin kapıları çerçeveleri indirmesine kapı aralıyor. İnsanlar çoğu zaman fazla düşünmeden etrafında olup bitenleri tekrarlama eğilimi içinde hareket ediyorlar. Bir yerde bir yanlış yapıldığında onu tekrar edenler çoğalıyor ve zamanla önüne geçilemez bir hal alıyor. ~22~

İşlek bir caddede şeridin birini kapatır halde aracınızı park edin ve bekleyin. Zamanla arkanıza bir sürü aracın park ettiğini ve zamanla o şeridin bir otopark haline geldiğini göreceksiniz. Sokakta bir direğin dibine çöplerinizi bırakınız. Çöp kamyonu gelene kadar o direğin dibinin bir çöplük olduğuna şahit olacaksınız. İnsanlar alışık olduğu durumlar dışında bir durumla karşılaştıklarında tutarlı harekette bulunamazlar. İnsanların alışık olmadıkları durumlarda muhakeme ederek hareket etmeleri fıtri bir özellik değildir. Kişinin hangi durumda nasıl davranacağı almış olduğu eğitimle yakından ilgilidir. Kişi kırmızı ışıkta geçilmemesi gerektiğini öğrenmişse, gecenin bir yarısı kimsenin olmadığı bir ortamda dahi kırmızı ışıkta geçmeyecektir. O anda muhakeme edip şu an geçmemde bir sakınca yoktur muhakemesini yürüterek kırmızı ışıkta geçme eylemini gerçekleştirmeyecektir. Artık o, kişi için alışık olduğu bir durum haline gelmiştir. İnsanların çoğu yaptıkları eylemlerde muhakeme etme ve doğruyu bulmaya çalışma eğiliminden daha ziyade ortaya konulmuş örneklere bakarak onları taklit etme eğilimindedirler. Bir kişi ortaya kötü bir örneklik koyduğunda onun ardından gelenler olacaktır. Buna vurgu yapmak ve bunu engellemek içindir ki Peygamber Efendimiz (as): “Çoğu zaman bir günahkar, başkalarının da uyduğu bir günah çığırı açar onunla amel edildiği müddetçe o günahın getireceği kötülükler kendisine yazılmaya devam eder.” (Müslim ve Nesaî) diyerek kötü bir örneklik ortaya koymanın

büyük bir vebal olduğunu vurgulamıştır. İnsanlar için doğruların, ALLAH (cc) tarafından gönderilmiş bu sınırların, aşılmaması bir çok defa vurgulanmıştır. “Açık da olsa, gizli de olsa günahlardan sakının!” (En’am, 120) İnsan günah işlediğinde ne olur? “İnsan günah işleyince, kalbinde bir siyah nokta belirir. Tövbe ile hemen onu silmezse, o nokta kalbinde öylece kalır. Sonra ikinci bir günah işlerse, kalbinde bir nokta daha belirir.” (İbn Mace) Günahlara devam ettikçe kalbi kararır. İnsan günah işlediğinde bir kusur ettiğinde pişmanlık duymalı, bir daha işlememe eğilimi içinde olmalıdır. İnsan günah işlemeyi alışkanlık haline getirmemelidir. İşlemiş olduğu günahları açığa vurmamalıdır. Ebû Hureyre’den (ra) rivayet edildiğine göre, Resûlullah (as) şöyle buyurdu: “İşlediği günahları açığa vuranlar dışında, ümmetimin tamamı affedilmiştir. Bir adamın gece kötü bir iş yapıp, Allah onu örttüğü halde, sabahleyin kalkıp: Ey falan! Ben dün gece şöyle şöyle yaptım, demesi

~23~

Kış 2013

açık günahlardandır. Oysa o kişi, Rabbi kendisinin kötülüğünü örttüğü halde geceyi geçirmişti. Fakat o Allah’ın örttüğünü açarak sabahlıyor.” (Buhari ve Müslim)

sahabe ile kimse konuşmamıştı. Allah (cc) bu üç sahabeyi affettiğine dair ayetin nazil olmasının ardından ilişkiler normale dönmüştü.

Toplu olarak ya da açıktan günah işleyenlere karşı doğruyu söyleyen, onları iyiliğe çağıran bir topluluğun olması şüphesiz ki bu tür eylemlerin azalmasını ve zamanla bitmesini sağlayacaktır. “Sizden, hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten men eden bir topluluk bulunsun. İşte kurtuluşa erenler onlardır.” (Ali İmran, 104) O yüzden alenen işlenen yanlışlıkları düzeltmeye çalışmak, tepkisiz kalmamak üzerimizde bir yükümlülüktür.

Hz. Peygamber (sa) cemaate mazeretsiz gelmeyenlere ve mescitleri temiz tutmayıp kirletenlere öfkelenmiştir. İbadet ruhuna aykırı düşen davranışları gösteren birisine “Sen, Allah ve Rasûlü’ne eziyet ettin.” buyurmuştur. Cemaatle namaz kılmayanlar için ise öfkesini şöyle dile getirmiştir: “Allah’a yemin olsun ki, şimdi, bir adamı imam tayin ettikten sonra şu namaza gelmeyenlerin evlerine tek tek gidip evlerini yakasım geliyor.” diyerek tepkisini dile getirmiştir. (Buharî)

Allah’ın Rasûlü zekât-sadaka, cihad, iyiliği emir kötülükten nehiy, malayaniyi terk etme gibi konularda sorumsuz davrananlara da öfkelenmiştir. Geçerli bir mazereti olmadığı halde Tebük Gazvesine katılmayan bu konuda gevşek davranan sahabelere uygulanan boykot, yanlışa karşı tepkisiz kalınmamasının güzel bir örneğidir. 50 gün boyunca bu üç

Temizleyelim içimizdeki ve çevremizdeki cam kırıklarını. Yapmaya alıştığımız kötülükler kalplerimizin kararmasına neden olmasın. Birbirimize öğüt verelim, düşünerek hareket edelim. Fark ettiğimiz de ilk cam kırığını tövbe edelim, uyaralım birbirimizi.

İKTİBAS: “Yıllar öncesi. Öğrenciyim. Hava bunaltıyor. Yorgunum. Az sonra bineceğim otobüste de oturamayacağım kesin. Bari beklerken dinlenebilirdim. Duraktaki banka oturmaya niyetlendim. Ama garip ki, benden önce oturanlar oturak yerine ayaklarını koymuşlar, bankın arkalığını da oturmak için kullanmışlardı. Gençler öyle otururdu o zamanlar. Herkes gibi otururlarsa, yaşlı sanılmaktan mı korkarlardı? Böyle gelmiş, böyle giderdi. Ben de onlar gibi oturmak zorunda kaldım. Ayaklarımı oturak yerine koydum, bankın arkalığının daracık ucuna yerleştim. Çok geçmedi ki banka benim gibi oturamayacak yaşlı teyze, benden önce banka benim gibi oturan gençlerin hepsinin hesabını bana sordu. İyice bir fırça yedim. Ben o azarı hak etmemiştim ama o haklıydı. Sustum. Meğer ben o koltuğa oturmadan yıllar önce, ABD’de bir araştırmacı, o teyzeye karşı yaşadığım acı mahcubiyetin hesabını yapmışmış. Şimdi haberim oldu. “Kırık Cam Teorisi” hesabıymış bu.” (Yazan: Senai Demirci) Rahle

~24~

DUYMADIĞIN BİR ŞEY YOK—DUYMADIĞIN ÇOK ŞEY VAR Fikri Gülsoy Fikriyat

Y

olu, İslamî hassasiyetlerin ön planda olduğu ortamlara şöyle böyle düşen, bu ortamlardaki havayı azda olsa teneffüs eden bir kimsenin duymadığı bir şey yok neredeyse. Hele hele benim gibi yirmi yılı aşkın süredir hem sürekli birilerini dinleyen hem de sürekli bir şeyler okuyanların duymadığı şey neredeyse yok gibidir. Bu cümlelerle kastım hepimizin İslam adına ne varsa bunların hepsini derinlemesine bildiğimiz değil elbette. Ancak daha çocukluk dönemlerinde başlayan dinî eğitimler olsun, okuduğumuz kitaplar olsun, katıldığımız sohbetler, programlar, konferanslar olsun bizde kayda değer bir “duyma ameliyesi”nin gerçekleşmesini sağlıyor. Neredeyse duymadığımız bir şey yok İslam adına. Kulağımızla duyduklarımızın ne kadarını yaşıyoruz? sorusu önemli bir sorudur. Yaşadıklarımızın ne kadarını duyarak yaşıyoruz sorusu ise daha hayati bir soru olarak karşımızda durmaktadır. Duyarak yaşamakla ifade etmek istediğimiz nokta yaşanılan şey; “her ne kadar sen O’nu görmesen de O seni görmektedir” bilinciyle ifade edebileceğimiz “ihsan” üzere yaşanılan her türlü ameldir. Bu noktada farklı duyma seviyelerinden bahs edilebilir: Kafirlerin, müşriklerin, münafıkların, günahkarların (mücrimlerin), müslümanların, mü’minlerin, salihlerin, muttakilerin, muhsinlerin, şehidlerin, sıddıkların, öncülerin (sabikunun), yakınlaştırılmışların (mukerrubunun) duyma seviyeleri... ~25~

Kafirlerden bazıları hakikati belki de bazı Müslümanlardan fazla duymuşlardır. Hatta Nemrut, Firavun ve Ebu Cehil gibileri hakikati sıkça duymakla birlikte bu duyma işini de hakikatin yeryüzündeki en yetkin temsilcileri olan peygamberler vesilesiyle duymuşlardır. Bunca duymaya ve peygamberler eliyle tebliğe rağmen kafirler hakikate iman etmediler. Bu haliyle “küfür”, bir sıfat olarak, hakkı duyup da kayıtsız kalmanın adı olarak karşımıza çıkmaktadır. Peygamberler eliyle yapılan tebliğle birlikte, hakikatle iç içe, yıllarca yan yana yaşadığı halde hakikati bir türlü duyamayanlardır kafirler. Küfür Kur’an’la, Sünnetle, oruç ve namazla iç içe bir hayatı sürdürse de hakka gönül verememenin adıdır. Kafirlerin duydukları hakikat bilgisi katılaşmış kalplerinin duvarlarını aşıp hakkı kalpten duymalarına yetmemiştir. Müşrikler -özünde bir Allah’a inanmalarına rağmen- şirk (ortak) koşmaları nedeniyle Tevhid ehli olamayanlardır. Müşriklerin Allah’a inanıyor olmaları belki de en büyük yanılgı sebepleridir. Bir Allah inançlarının olması, kendilerini “Allah’ın dostu” gibi algılamalarına neden olmuştur. Hatta inandıkları Allah’a yaklaşmak için putlar edinmelerini bile -Tevhid’e en büyük zarar veren etken olmasına rağmen- bu inançlarını kuvvetlendiren bir unsur olarak görüyorlardı. Bu büyük çelişkiyi yaşamalarının arkasında da şöyle böyle mevcut olan Allah inançları yatıyor olsa gerek. İnsanların gözü çoğu kere hakkın yanında oldukları yönündeki kesin kanaatleriyle öylesine körelebiliyor ki hakkın en büyük düşmanı şirki dahi göremeyecek biçimde duyarsızlaşabiliyorlar. İşte bu durumun en Rahle

müşahhas örneği olan müşrikler, ancak Allah’a inanacak kadar hakkı duymalarının meyvesini almış ama Allah’a hakkıyla kulluk yapmadıklarından, hakikati olduğu gibi duyamadıklarından, Allah’ın kadrini bilmediklerinden en acı meyve olabilecek şirk çıkmazına düşmüşlerdir. Münafıklar ömürlerini hakikati duyarak geçirmelerine rağmen hakikate karşı ikircikli davranarak dünyalarını ve ahiretlerini heba edenlerdir. Münafıklık, içinde -kırıntı kadar bile olsa- iman bulunan bir insanın hakikati duyup da onu yürekten kabullenemeyen, onu duyamayanların halidir. Münafıklık, bir davranış olarak, insanın hakikati duyarak inanmadığında iç dünyasındaki fırtınaların onu nasıl da bir küfre bir imana savurduğunu gösteren çok özel bir haldir. Münafıkların hakikati kulaklarıyla duydukları halde hakikate gönülden bağlı olmadıkları kesindir. Ancak, hakkı duyup da gereği gibi bir duyarlılıkla onu kalpte yaşamamak münafıklığın göstergesi olduğundan, sahabeden bazıları, Hz. Peygamberin (as) yanındayken yaşadıkları hali sonrasında koruyamadıkları için bu farklılık nedeniyle kendilerini münafık addetmişlerdi. Neyse ki Peygamber (as) kendilerini teskin etmiş ve bahsedilen farkın kabul edilebilir bir durum olduğunu kendilerine bildirmiştir. Buradan hareketle; her Müslümanın duyduklarını “içinde de duyması” ve kalbine bakarak bir münafıklık sorgulamasını yapmasının gerekliliği ortaya çıkmaktadır. Günahkarlar (mücrimler) yasakları sürekli çiğneyenlerdir. Günahkar, yaptığının yanlış olduğunu duymuş, buna iman etmiş ve fakat sürekli iman ettiği gibi yaşayacak

~26~

yeterlilikte inanması gerektiğini duyamamıştır. Bu sebeple de sürekli günahları yaşayıp durmaktadır. Eğer imanı kamil veya yakîn olsaydı, o günahları işlemeyecekti. Günahlara dalan kişinin, hayatı günah olan kişinin uçurumun kenarında olduğunun farkında olması gerekir: “Hayır, durum hiç de öyle değil! Günah işleyip de günahın kendisini her taraftan kuşattığı kapladığı kimseler var ya, işte onlar cehennemliktir. Hem de orada ebedî kalacaklardır.” (Bakara , 81) Fakat insanın günah batağına düşmüş olması mutlak umutsuzluğu ifade etmez, eğer kişi Rabbine yönelirse bağışlanacaktır: “De ki: Ey çok günah işleyerek kendi öz canlarına kötülük etmede ileri giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz. Allah bütün günahları affeder. Çünkü O, Gafur ve Rahîm’dir (çok affedicidir, merhamet ve ihsanı fazladır).” (Zümer, 53) Hatta günahkarlardan öyleleri vardır ki, yaptıkları tevbeyle yükselerek önemli mesafeler kat etmişlerdir. Aslında alçaltıcı olan günah unsuru burada, insanın günahla işlediği cürmün büyüklüğünü kalbinde hissettiğinde, yaşadığı hissiyat ve Allah’a doğru yönelişle, günahı kalbinde olduğu gibi, bütün ağırlığıyla duyduğu anla birlikte, bu sefer kişiyi yükselten bir unsura dönüşmüştür. Tıpkı Hz. Yunus’un (as) duasındaki gibi: “Sonra karanlıklar içinde şöyle yakarmıştı: “Ya Rabbî! Sensin İlah, Senden başka yoktur ilah. Sübhansın, bütün noksanlardan münezzehsin, Yücesin! Doğrusu kendime zulmettim, yazık ettim. Affını bekliyorum Rabbim!” (Enbiya, 87) Meselenin tam da bu noktasında kafir, müşrik, münafık, mücrim, müslüman, mü’min, salih,

muttaki, muhsin, şehid, sıddık, öncüler (sabikun), y akınlaştırılmışların (mukerrebunun) konum olarak sabit ve mutlak olmadığını, hem birbiri içinde farklı konumlara geçmek, hem de her konumun kendi içinde farklı zaviyelerde yaşanmasının mümkün olabileceğini hatırlamamız gerekiyor. İnsan müşrikken sonradan iman edip şehid olabilir, Müslümanken sonradan nankörlük edip küfre girebilir. Müslümanlar duyduklarına iman edenlerdir, mü’minler de. Ancak inandıklarını iç dünyalarında duymaları bakımından değerlendirdiğimizde arada farklılığın olduğunu görürüz. Müslüman olmak teslim olmakla ifade edilirken; mü’min olmak bir ileri adım olarak- imanın kalpte yerleşmiş olduğunu ifade etmektedir: “Bedeviler “iman ettik!” dediler. De ki: “Siz iman etmediniz, lâkin “İslâm olduk, size inkıyad ettik!” deyiniz. Zira iman henüz kalplerinize girmiş değildir.” (Hucurat, 14) Salihler güzel iş yapanlardır. Salihler için işlediği her bir farklı salih amel için ayrı bir seviyeden rahatlıkla bahsedebiliriz. “Herkesin yaptıkları işlere göre dereceleri vardır.” (En’am, 132) Örneğin on liralık infakla bin liralık infak farklı iki salih ameldir ve dereceleri farklıdır. Yüz kere zikirle bin kere zikir de birbirine eşit değildir, on rekat nafileyle bin rekat nafile de. Asıl duyarak yapılan salih amelden kastımız ise, yapılan iş aynıyken değerinin yüksek olmasıdır. Bu noktada aynı işe daha fazla karşılık garantisi gibi bir pazarlığın söz konusu olamayacağını işin ehli zaten bilir. Ancak hakkıyla bir kez “Allah!” demek çok daha değerlidir, hakkıyla kılınan bir namaz

~27~

Kış 2013

çok daha değerlidir, hakkıyla eda edilen zekat çok daha değerlidir, hakkıyla yapılan infak çok daha değerlidir, hakkıyla okunan Kur’an çok daha değerlidir, hakkıyla anlatılan bir sohbet çok daha değerlidir, hakkıyla dinlenen sohbet çok daha değerlidir, hakkıyla yazılan yazı çok daha değerlidir, hakkıyla okunan yazı da çok daha değerlidir. Tüm bu işlerin hakkını vermek, duyarak yaşamak nasıl mümkün olabilir? Kişi bu soruyu sorarak işe başlayabilir. Yoksa benim cevabım sana hiç uymayabilir ya da ben hakkıyla duyduğum-düşündüğüm şeyde yanılmış olabilirim. Duymanın gerekliliği belli bir şeyken “nasıl hakkıyla duyulur?” sorusu kişisel bir durumdur. Çok net ve önemli örneklikler ufkumuzu açabilir: Örneğin Hz. Peygamber’in gelmiş geçmiş bütün günahları affedilmesine rağmen ayakları şişinceye kadar namaz kılma duyarlılığı çok çarpıcı bir örnektir. Kulluk noktasında en üstte duran zat bu durumu; “şükreden bir kul olmayayım mı?” diyerek açıklamıştır. Bu nasıl bir duyarlılıktır ki günahı yokken, ayakları şişinceye kadar namaz kılmakta, şükür hakkında yeni ve bizim ufkumuzda bile olmayan başka bir hassasiyetten söz etmektedir. Bu örnekten aynı zamanda bu işin sınırının olmadığı sonucunu çıkarıyoruz. “Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamberin sesinden fazla yükseltmeyin.” (Hucurat, 2) ayeti inince kendisinin bu konuda ayetin doğrudan hedefi olmadığını düşündüğümüz Hz. Ebubekir’in (ra) Rasulullah’ın (as) yanında çok kısık sesle konuştuğu ifade ediliyor. Öyle bir duyarlılık ki, “acaba ben de sesimi O’nun sesinden fazla çıkarıyor muyum?” endişesi taşıyor... Rahle

Muttakiler zaten duyarlı Müslümanlardır, günahtan sakınanlardır. Fakat muttakiler için de duyduklarını hayata geçirme bakımından farklı duyarlılıklardan söz edebiliriz. Öncelikli olarak bildiğimiz bir şey var; bir günah insan aklına düşüp de onu yaparsa misli kadar karşılık bulur, yapmaz ise kendisine bir vebal yoktur. Bu genel kaideyle birlikte, bir kişi yaptığı günahı veya hata sayısını ne kadar azaltırsa o kadar muttaki olur. Muttaki olma yolculuğu öyle bir noktaya gelir ki, artık o anda, o duyarlılıkta günahı-hatayı işlemek değil zihninden geçirmek bile eleştirilir. Bir bakıma kalpten günaha, hataya, isyana karşı meylin sökülüp atılması hedeflenmektedir. Zaten kişi kalbinde, günaha karşı bir meyil hastalığıyla malul ise nihayetinde zihinde ve kalpte vuku bulacak bu ilk hareket sonrasında eyleme geçme tehlikesi taşımaktadır. Bu bakımdan bizden bu tür düşüncelerin filizlenmemesi için kötülükten uzak durmamız istenmiştir. Kötüyü görmek ve yakın durmak, ona meyli beraberinde getirebilir. Hatta şüphelilerden dahi uzak durulması istenmektedir. Şüphelilerden kaçınmak fazladan bir duyarlılık isteyen bir iştir. İşin özüne bakıldığında, kaçınılan şey yasaklanan (haram) bir şey değildir. Şüphelidir ve doğrudan günahı yoktur. İşin bu yanı insanı şüpheliye doğru çekecektir. Bu bakımdan şüpheliden kaçabilmek için kişinin hassas bir kalb duyarlılığına ihtiyacı vardır. Ancak bu durumda kişi iç dünyasındaki duruluğa bir zarar gelmemesi için sakınabilir. Bu seviye olmadığında ise şüpheliler önemsizleşir. Muhsinler öyle duyarlıdır ki , işlerini öyle düzgün yaparlar ki sanki Allah (cc) onları

~28~

görüyormuş gibi. Bu sebeple Muhsinlerin hayatında riyadan, gıybetten, haksızlıktan, yalandan, zulümden, hafiflikten, işleri geçiştirmekten eser yoktur.

den öğrendiğinde, daha haberi Hz. Peygambere sormadan; “O söylediyse doğrudur!” diyerek tasdik örnekliğini göstermesi sıdkın doruğunu temsil etmektedir.

Şehitler Allah için canlarını veren Müslümanlardır. Şehit öyle bir duyarlılıkla Rabbine yönelmiştir -duyduklarını öylesine içten duymuştur- ki, Allah’la arasında maraz oluşturacak hiçbir şey bırakmamıştır. Her savaşanın şehit olmadığı bilinen bir gerçektir. Demek ki savaşa katılarak zahirde malı, evlad-u iyali, dünyayı ve nihayet canını geride bırakan herkes bu duyarlılığa ulaşamıyor. Tabi burada sağ kalanların bir kısmı da Allah’ın başka hikmetlerine bağlı olarak -başka zaferleri kazanmak için- hayatta kalmış ve şehitlikten daha üst bir mertebeye de hazırlanmış olabilir, bu başka bir durum. Fakat yine zahiren cephede şehit düşen birisinin durumu biz kulların nezdinde içinde taşıdığı şehadet isteğinin, duyarlılığının, samimiyetinin Rabbimiz tarafından tasdiki olarak algılanmaktadır. Şehit her şeyi terk ettiği ve geride bıraktığı için bir canı kalmıştır; onu da Allah yolunda vermek için meydana çıkmıştır ve şehadetle nimetlendirilmiştir.

Öncüler (sabikun) ve Yakınlaştırılmışlar (mukerrebun) ise azdır. Öyle anlıyoruz ki, duyduklarını en üst seviyede duyarak yaşayanlar, öncü olanlar ve yakınlaştırılmış olanlardır. Çoğu öncekilerden birazı da sonrakilerden... Bu zümre neredeyse ömürlerinin her anını hakkını vererek, hakka uyarak, hakkıyla duyarak yaşayanlardır. Bu Müslümanlar hayatları boyunca, hem en doğru işi yapmışlar, hem de yaptıkları işi doğru bir şekilde yapmışlardır. Böylece hem gerektiği kadar infak etmişler hem de hiç başa kakmamışlar, hem hakkıyla namaz kılmışlar hem de riyaya meyletmemişler, hem dua etmişler hem ihlasla yapmışlar, hem Kur’an okumuşlar hem okuduklarını gereği gibi yaşamışlar, hem konuşmuşlar hem de konuştuklarını en iyi yaşamışlar. Ömürleri boyunca iman ve amelde örnek olmuşlardır. Sanki basit bir işten bahsetmişim gibi geldi bir an. Ancak yazının en başından beri endişesini çektiğim şey zaten bu basit gerçekliğin hayata geçirilmesinin zorluğu meselesidir. Kıldığımız tüm namazların, yaptığımız zikirlerin, ettiğimiz duaların, okuduğumuz Kur’an’ın nihai amacı; bütün ibadetleri ihlas ve ihsan şuuruyla, duyarlılığıyla yapabilmek; niyetle yakalanan ufukla da bütün bir hayatı hasenat hanesine yazdırabilmektir. En büyük mesele budur: Yeni şeyler bilmemize, yeni şeyler duymamıza çok da ihtiyacımız yok. Asıl sorunumuz; duyduklarımızın ihlasla duyarak, içtenlikle yaşanmasıdır.

Sıddıklar doğruluğun zirvesindekilerdir. Sıddıklar öyle bir imana sahiptir ki kafalarında, kalplerinde ve yaşantılarında ne bir şüphe, ne bir zikzak, ne bir leke vardır; tam bir iman, itaat ve amel örnekliğinin timsalidirler. Sıddık-ı Ekber Hz. Ebubekir’dir. Hz. Ebubekir’in temsil ettiği duyarlılık Hz. Peygamber’le (as) aynı olmak, getirdiklerine tereddütsüz iman etmek, O’na hicrette arkadaş olabilmektir. Hatta İsra olayında gördüğümüz gibi ortaya çıkan söylentileri ilk olarak müşrikler-

~29~

Kış 2013

BAŞKASINA EMREDİP KENDİMİZİ UNUTMAK

Fikriyat

Necmettin Irmak

G

iriş:

Dilbilimciler “insan” kelimesinin “unutmak” manasındaki “nisyan” kelimesinden türemiş olabileceğini söylerler. Çünkü insan, Allah’a vermiş olduğu ahdi unutmuştur.¹ Bunun içindir ki, Allah-u Teâlâ (cc) Kur’an’da bize aslî sorumluluğunuzu sıkça hatırlatır ve kendisine verdiğimiz sözü yerine getirmemizi ister. Şüphesiz unutmanın çok farklı yönleri bulunmaktadır. Fıtrî anlamda unutma, herkes için mümkün bir durumdur. Bazen büyük bir nimet olarak da karşımıza çıkabilir, külfete dönüştüğü haller de pek çoktur… “Hafıza-ı beşer, nisyan ile maluldür” sözü bu kabildendir. Allah’a karşı sorumluluğa dair unutmalardan bu ümmetin mesul tutulmayacağına, hem Allah’ın kitabı ve hem de Resulullah’ın sünneti ve hadisleri delalet etmektedir. Bizim, kendini unutmaktan kastettiğimize gelince; iyiliği ve hayrı başkasına emredip kendisini unutmak, kendi sorumluluğunu yerine getirmemek anlamındadır. Verdiği sözü unutan ilk kişinin, yasaklanan ağaçtan yemesi üzerine Adem (as) olduğunu bildirir: “Andolsun Biz, bundan önce Adem’e ahdetmiştik. Fakat o bunu unuttu. Biz onda bir azim bulmadık.” (Ta-Ha, 115)

~30~

Allah (cc) Müslümanların ders ve ibret alacağı ve yaşadıkları süreci en iyi şekilde tahlil etmeleri gereken İsrailoğullarını Kur’an’da anlatırken, onlara: “Bana verdiğiniz sözde durun ki, Ben de size verdiğim sözde durayım.” der. Ancak devam eden ayetlerde ve Kur’an’ın pek çok yerinde, onların, verdikleri sözü unutup yerine getirmediklerini ve bu sebeple lanete uğradıklarını anlatılır. Emretmek Önce Kendimiz İçindir! Ahiret kurtuluşuna dair endişe sahibi olan Müslüman, bu dünyada yapıp ettiği her işin, nihayetinde kendisini kurtarmaya dönük olduğunu bilir. Başkasının ahiret kurtuluşuna vesile olmak için harcanan çabanın dahi kendi kurtuluşuna götüren boyutu olduğunun farkındadır. Zira hesap günü herkes tek tek kendi hesabını verecektir. O gün herkes kendi derdindedir. Kimse ile karşılaşmak istemez. En yakınlarından dahi kaçar. “O gün, kişi kardeşinden, annesinden babasından, eşinden ve çocuklarından kaçar. O gün herkesin kendine yetip artacak bir derdi vardır.” (Abese, 34-37) Kur’an ve sünnet ile sıhhatli ilişkide bulunan ve bu ilişkiyi ihsan üzere sürdüren Müslüman, Kur’an ve sünnetin her bir nasihatini, her bir emrini, her bir nehyini, bütün uyarılarını ve bütün teşviklerini öncelikle kendisi için dinler. Dile getirilen bütün bu hakikatleri önce kendi üstüne alınır. Sorumluluğunun farkındadır. Öğrendiklerine sıkı sıkıya sarılır. Gücü yettiğini yerine getirmeye uğraşır.

İbn Kesir, Kurtubî ve daha başkalarının rivayetlerinden anlıyoruz ki; sahabe, Kur’an’ı amel etmek kastı ile dinlerler, hatta bunun için on ayetlik bölümler halinde öğrenirler ve öğrendikleri ile amel edip daha sonra diğer kısımları öğrenirlermiş.² Bu yaklaşım bizim temel prensibimiz olmalıdır. Başkasına iyiliği emretmeden önce, ben, kendim o iyiliği gücüm yettiğince yapmalıyım. Başkasını kötülükten alıkoymadan önce ben, kendim o kötülüğe bulaşmamalıyım, bulaşmışsam uzaklaşmalıyım. Kendini Unutan Helak Olur! Bir kalbî hastalık olarak, sapkın bir ruh hali olarak hayrı başkasının yapmasını isterken kendisinin bundan uzak durmasını Kur’an şöyle vurgular: “Siz insanlara hayrı emrederken kendinizi unutuyor musunuz? Hem kitabı okuyup duruyorsunuz. Hiç akletmiyor musunuz?” (Bakara, 44) Ayet-i kerimenin nüzul sebebinin Yahudi alimler olduğu ifade edilir. Onlar kendilerini dinleyen sıradan Yahudilere, Tevrat’a uymalarını emrederken, kendilerin uygulamadan kaçınırlarmış. Pek tabiidir ki, ayetin Yahudi alimleri hakkında nazil olması, muhtevasının bizi ilgilendirmediği anlamına gelmez. Aksine bu ayet ve diğer ayetlerin hepsi, birebir bizi de ilgilendirir. Bu yönüyle bize şunu der: “Aynı ameller aynı sonuçları doğurur. Eğer siz de başkalarına nasihatte bulunurken kendinizi unutuyor ve tam ters durumda

~31~

Kış 2013

bulunuyorsanız, aynı akibeti paylaşacaksınız. Ve lanete uğrayacaksınız!” Nitekim Hz. Peygamber’in (sa) şu hadisi bize bunu açıkça bildirmektedir: “İsrailoğulları günaha daldıklarında, alimleri onları neyhettiyse de onlar işledikleri günahları terk etmediler. Bu defa alimleri de onlarla birlikte oturdular. Yediler ve içtiler. Bunun üzerine Allah onların kalplerini birbirine benzetti. Davud ve Meryem oğlu İsa’nın diliyle onlara lanet etti. Bu onların isyan edip haddi aşmaları sebebiyledir.”³ Yukarıdaki ayetin vurguladığı unutma hali, fıtrî unutmadan ziyade, içinde kasıt ve irade barındıran bir unutmadır. Diğer bir deyişle sorumluluktan bilerek ve isteyerek kaçınmadır. Bir başka açıdan ise su-i niyet, art-niyet ve istismar’dır. Bu durumun sonucu ise helaktır. Esasen başkalarına iyiliği emreden kimse su-i niyet ve istismar gayesi gütmüyorsa, maksadı, muhatabına hayra dönük bir değişim olsa gerek. Halbuki, bu maksadı taşıyan başkasını değiştirmektense kendisini değiştirmenin daha kolay olduğunu bilmelidir. Kişiye kendini değiştirmek, hep bir külfet, nefsani arzuları ve zevkleri terk anlamı taşıdığından dolayı zor gelir. Başkasına dönük değişim teklifi ise hep bir mazereti içinde barındırır: “Ben uyardım, sorumluluğunu yerine getirdim. Gerisi muhatabın bileceği bir iştir.” Bu mazeret, kişiyi hep kolay olanı, kolay gözükeni tercihe götürür. Oysa bu bir aldanıştır.

Rahle

Kendini Unutmak Tutarsızlıktır! Kendilerini unutanlar tutarsız kimselerdir. İddialar ile yaptıkları tutarsızdır. İç dünyalarında tutarsızlık yaşarlar. Yaşadıkları tutarsızlığın verdiği rahatsızlıktan kurtulmak için de her türlü meşrulaştırıcı çareye ve yoruma baş vururlar. Öyle ki sonunda yaşadığı gibi inanmaya başlarlar. Aslında bu bir tür tahrif sürecidir. Söylemleri ile eylemleri farklı olanların davaları muhataplarınca da tutarsız kabul edilir. Ve tercih edilmez. Öncekilerin ifadesi ile, “ele verir telkini, kendi yutan salkımı” şeklindeki manzaranın ortaya çıktığı her durum muhataplarınca reddolunur. Günümüz Müslüman fert ve cemaatleri olarak yaşadığımız temel problemimiz de bu tutarsızlık olsa gerek. Zira fertlerimizde ve cemaatlerimizde ciddi bir ihlas ve samimiyet kaybı var! İçinde yaşadığımız toplumu hayra çağırıp onlara takvayı emrederken kendimizi unutmakta, “kendisi hürmete muhtaç dede, kaldı ki gayrıya himmet ede” durumuyla karşı karşıya kalmaktayız. Neticede toplumda bu durumu görmekte ve “imamın dediğini yap yaptığını yapma” demektedir. Türkiye’de -tenzihle beraber söyleyecek olursak- iddia sahibi Müslümanların durumu tam da bu şekildedir. Yani tutarsız! Hem cemaatlerin kendi içindeki tutarsızlıkları -önde bulunanlarla arkadakilerin hayat tarzında ve standartlarında var olan farklılıklar gibi– hem de halka dönük talep ve beklentileriyle… Bu talep ve beklentiler karşısında kendi duruşları (bedelini ödemekten kaçınmak gibi) arasındaki farklılıklar gibi…

~32~

“Öncekilerin başına gelenler, sizin de başınıza gelmeden…” ayetini okuyup bunun bir Sünnetullah olduğuna vurgu yaptıktan sonra, bizden öncekilerin başına gelenler bizim de başımıza gelmesin diye, kırk takla atmak böyle bir şey olsa gerek. Kendimizi İstisna Tutamayız! Yaşadığımız hayatta bazen kendimizde eksikliği bulunmasına rağmen yapılmasını zorunlu gördüğümüz durumlar vardır. Kendimiz yapamıyoruzdur bunu. Zira nefsani zafiyet içersindeyizdir. Ama yapılması gereken veya kaçınılması gereken bu amelin dile getirilmesi gerekir. Dile getirmesi gerekilen de zarureten siz iseniz kullanılacağınız dile dikkat etmelisiniz. Belki kendinizi içine alan bir genelleme üslubu kullanmalısınız. Yahut konunun dillendirilmesinin ehemmiyetine kendi eksikliğinizi de vurgulayıp dikkat çekmeniz gerekir. Resulullah (as) şöyle demiştir: “Kıyamet günü bir adam getirilip ateşin içine atılır. Bağırsakları dışarı çıkar. Değirmen döndüren merkep gibi, cehennem içinde döner de döner… Cehennem halkı yanına toplanır da: “Ey falan! Bu halin ne? Sen halka iyiliği emredip kötülükten alıkoymaya çalışmaz mıydın?” O da: “Evet. İyiliği emrederdim de onu kendim yapmazdım. Kötülükten men ederdim de onu kendim yapardım.” cevabını verir.”⁴ Yapmayacağımız ve yapamayacağımız şeyleri söylemenin Allah katında büyük bir günah olduğu bilinciyle yeniden kendimize gelmek ve önce kendimizi ıslah etmek, yüklendiğimiz sorumluluğun ve içinde bulunduğumuz davanın zorunluluğudur.

Her türlü tutarsızlıktan uzak durmak ve ihlas ve samimiyeti muhafaza etmek, içinde yaşadığımız toplumun dönüşümü ve ıslahı için üzerimize vecibedir. Şeytan ve yandaşları hak davanın yaşanılan hayatta bir karşılığının olmaması için dava sahiplerini hem kendi iç dünyalarında ve hem de toplum nezdinde tutarsızlığa ve hayal kırıklığına uğratmaya çalışırlar. Bunun karşısında Şuayb Peygamberin (as) tavrını ısrarla sürdürmekten başka seçeneğimiz yok: “Size nehyettiğim şeylere kendim aykırı davranmak istemem.” (Hud, 88) Dipnotlar: 1. Bkz. Ragıb el-İsfehanî, Müfredat, “ins” maddesi. Taberî, tefsirinde İbn Abbas’ın (ra) da bu görüşte olduğunu söyler. 2. Ebu Amr ed-Dânî, “Kitabu'l-Beyan” adlı eserinde isnadını da kaydederek Osman, İbn Mes'ud ve Ubey'den (rhm) şunu rivayet etmektedir: Resulullah (as) onlara Kur'ân-ı Kerim'den on ayeti kerime öğretirdi. Onlar ise bu ayet-i kerimelerde amel ile ilgili hususları öğrenmedikçe bir başka on ayet-i kerimeye geçmezlerdi. Böylelikle Hz. Peygamber, bizlere hem Kur'ân-ı Kerim'i ve hem de onunla amel etmeyi birlikte öğretirdi. Abdurrezzak'ın Ma'mer'den, onun da Ata b. esSaib'den rivayetine göre, Ebu Abdurrahman esSulemî şöyle demiştir: Biz, Kur'ân-ı Kerimden on ayet-i kerime öğrendik mi, o on ayetin helalini, haramını, emir ve nehiylerini öğrenmedikçe bir sonraki on ayeti öğrenmeye geçmezdik. İmam Malik'in Muvatta adlı eserinde belirttiğine göre Abdullah b. Ömer Bakara sûresini 8 yılda öğrendi. (Editör) 3. Hadisi İbn Mes’ud’dan (ra) Ebu Davud ve Tirmizî rivayet etmişlerdir. 4. Ebu Zeyd’den (ra) Buhari ve Müslim rivayet etmişlerdir.

~33~

Kış 2013

İKİ ZIT KAVRAM: MA’RUF VE MÜNKER

Fikriyat

Ebrar Pınar

H

er şey zıddıyla kaimdir. İki kutuplu bir dünyada yaşıyoruz. Pozitif ve negatif iki yönlü bir dünya. Soğuk-sıcak, doğru-yanlış, iyi-kötü, zengin-fakir, vs. bu listeyi olabildiğince uzatmak mümkün. Bu ikilemlerin her kutbunda diğerinin varlığını aşikar eden ve diğerini olumlu veya olumsuzlayan bir yönü var. Aslında zıtlıkların varlık sebebi de bundan başka bir şey değil. İçinde bulunduğumuz durumu tanımlarken veya tercih yaparken hep bu ikilemlerden faydalanıyoruz. Hayatımıza yön verirken, tercihlerimiz ne denli önem arz ediyorsa zıtlıkların hayatımızdaki önemi o denli artıyor. Dünyanın bir imtihan yeri olduğunu düşünürsek zıtlıkların pozitif kutbunda yer almamız gerektiği bilinciyle hareket etmemizin elzem olduğunu daha iyi idrak edeceğiz. - Maruf Nedir? Sözlükte; bilinen, tanınan, iyi muamele, tatlı dil, ihsan ve İslâm’ın hoş gördüğü her şeydir. Dinî terim olarak Ma’ruf; İslâm’ın hükümleri, genel prensipleri ve emirleri uyarınca yapılması ve söylenmesi gereken her söz ve fiildir. İsfehânî ma’rufu: “Akıl ile dinin hoş ve uygun gördüğü her amelin adı...” Fahruddin er-Râzî: “Allah’a îmân.” ~34~

Hamdi Yazır: “Muktezây-ı din tâatullah” olarak tanımlamışlardır.

olan

Buradaki tanımlardan belki en manidarı İsfehani’nin tanımıdır. Akıl ve dinin ortak paydasında değerlendirildiğinde olumlu görülen her türlü eylem “ma’ruf” olarak adlandırılır. Velev ki eylemin faili Müslüman olmasın... Peygamber Efendimizin (sa) dönemin müşrik şairlerinden Ümeyye b. Ebi’s-Salt için “Şiiri iman etti, ama kendisi kafirdir.” sözü bu konu ile ilgili manidar bir örnektir. - Münker nedir? İsfehani’nin tanımından yola çıkacak olursak marufun zıddı olarak münkere “akıl ve dinin hoş ve uygun görmediği her ameldir” dememiz yanlış olmayacaktır. Akıl ve din hiçbir zaman çelişmemiştir. Evreni yaratan kudret sahibi Halık olan Allah, yarattıklarına bir ilahi nizam vermiştir. Bugün fen dediğimiz şey, esasen Allah’ın evrene koyduğu yasalardan başkası değildir. İnsanların sosyal hayatta benimsedikleri genel kabul görmüş kurallar silsilesi de Allah’ın insan fıtratına nakşettiği genel prensiplerdir. Dünyanın neresine giderseniz gidin, hırsızlığı, zinayı, adam öldürmeyi meşru ve övünülesi bir eylem olarak gören bir topluluk bulamazsınız. Bu kötü fiilleri işleyenler dahi yaptıkları eylemin yanlış olduğu bilincine sahiptir. Zira kötü ve iyi ameller yaratılışımızdan itibaren bilinçaltımıza kodlanmıştır. İnanç bu noktada belirleyici bir role sahiptir. Nefis çoğu kez münkeri telkin eder. İnanç nefisle mücadelede en etkin silahtır. İnançsız veya inancında zafiyet olan bir insanın

münkere (kötüye) yönelmesi daha muhtemeldir. Ancak bilinçaltında kodlanmış iyiye ve doğruya meyilli duruşunu kaybetmemiş olanlar müstesna. Misal olarak Filistin davasında sembolik bir isim haline gelmiş olan, İsrail buldozerleri tarafından zulme karşı kıyamı sırasında ezilerek vahşice katledilen insan hakları aktivisti Rachel Corrie’yi vermek mümkündür. İşte bu olay bir Emr-i bi’l ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker örneğidir. “Emr-i bi’l ma’ruf ve nehyi ani’l-münker” denildiğinde, sadece; “şunu yap, bunu yapma” söylemlerini anlamak bu ifadeyi kısır bir manaya hapsetmek olacaktır. Zira ehli İslam, eylemleri ile de doğru ve yanlış telkininde bulunan örnek şahsiyettir. Zulüm karşısında kıyam eder, mazlumun yanında safını belli eder. Elindekini mazlum ve mağdur kardeşleriyle paylaşarak Allah’ın yeryüzündeki rahmet sembolü olur. Emr-i bi’l ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker, eylemselliğe yönelik bir söylemdir esasen. Bizler onu en kısır manasıyla anlamak istesek dahi bu böyledir. Konforlu döşekler üzerinde oturarak insanlara fetva vermek değildir emr-i bi’l ma’ruf. Pasif iyi, iyi değildir. Sadece söylemlerle veya yaptığı ibadetler ile cenneti kazanma gayreti nafile bir çabadır. İnsanın tek imtihanı ibadetlerini yapıp yapmadığı üzerinden olacak olsaydı, insan dünya gibi kaosun hiç bitmediği bir aleme gönderilmezdi. Velev ki gönderildi, bu zıtlıklar hayatımızda olmazdı. Öyleyse bizlerin namaz, oruç, hacc gibi ibadetler dışında da bir misyonumuz var: Hakkı duyurmak!

~35~

Kış 2013

Zira, “Ey peygamber kalk ve inzar et!” hitabı, “Kalk ve mesajı ilet!” demekten çok öte bir manaya sahiptir… “Kalk ve insanlara varlığımı haber ver, kız çocuklarını diri diri gömenlere itiraz et, zulme karşı koy, ancak şunu unutma bu mesaj başına çok iş açacak; işkence görecek, aşağılanacak, horlanacak, ambargoya maruz kalacaksın. Söylediklerin inkarda direnenlerin hoşuna gitmeyecek, söylediklerin ve yaptıkların bu dünya hayatında sana pek çok şeye mal olacak. Buna rağmen mesajı al ve muhatabına ilet.” demektir. Peygamberler tarihine baktığımızda gördüğümüz çileli hayatlar emri bil marufun hakiki manasıdır. İyiliği emretmek bütün peygamberlerin ortak görevidir. Çünkü her peygamberin risaletini kavmine tebliğ zorunluluğu vardır. Böylece iyiliği emretme görevi nübüvvetin odak noktasını oluşturmuştur. Nitekim şu ayetler de iyiliği emretmenin öne-

mini vurgulamaktadır: “Sizden, hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü meneden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Âl-i İmrân, 3/104) “Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz İyiliği emreder, kötülükten meneder ve Allah’a inanırsınız.” (Âl-i İmrân, 3/110), “Uygun olanı emreden, fenalığı yasaklayan ve Allah’ın yasalarını koruyan mü’minleri de müjdele.” (Tevbe, 9/112) “İyilik ve fenalıktan sakınmakta yardımlaşın, günah işlemek ve aşırı gitmekte yardımlaşmayın.” (Mâide, 5/2) Bizler de safımızı, eylemlerimizin gölgesindeki söylemlerimizle, maruftan yana belli edelim.

İKTİBAS: Yaşlı bir yazar, yazı yazmak için okyanus sahillerine gider, bir gün sabaha karşı yürümek için kumsala iner. Kumsalda yürürken sahilin kıyıya vurmuş çok sayıda deniz yıldızı ile kaplı olduğunu görür. Deniz yıldızlarına bakarak yürürken ileride dans eder gibi hareketler yapan birini fark eder. Biraz yaklaşınca, bu kişinin sahile vuran denizyıldızlarını, okyanusa atan genç bir adam olduğunu görür. Genç adama yaklaşır: “Günaydın ne yapıyorsunuz?” diye sorar. Genç adam yanıtlar: “Deniz yıldızlarını okyanusa atıyorum.” “Evet görüyorum ama neden deniz yıldızlarını denize atıyorsunuz?” “Çünkü birazdan güneş yükselip, sular iyice çekilecek. Eğer onları okyanusa atmazsam ölecekler.” Yazar tekrar sorar: “Fakat genç adam farkında mısın kilometrelerce sahil , binlerce denizyıldızı var.Hepsine yetişemezsin. Birkaç tanesini okyanusa atmakla ne fark edecek ki?” Genç adam eğilir, yerden bir denizyıldızı daha alır ve okyanusa fırlatır. “Onun için fark etti ama...” der. (Antropolojist Loren Eiseley, 1907-1979) Rahle

~36~

OSMANLI DEVLETİNDE İTTİHAT VE TERAKKİ CEMİYETİNE GÖTÜREN SİYASÎ VE TOPLUMSAL DÖNÜŞÜMLER—2 Bekir Yolcu

Tarih

K

uruluş:

İttihat Terakki Cemiyeti (Fırkası), 3 Haziran 1889 yılında İttihad-i Osmani Cemiyeti olarak, Askeri Tıbbiye öğrencisi olan İshak Sukuti, İbrahim Temo, Abdullah Cevdet, Mehmed Reşid ve Hikmet Emin tarafından II. Abdülhamid’i tahttan indirmek amacıyla kuruldu. Örgütün teorisyeni Abdullah Cevdet’ti. Cemiyet, İtalyan Carbonari örgütünü model alarak teşkilatlandırılmıştı. İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin temellerinin atıldığı Askeri Tıbbiye okulunun birçok öğretmeni Rum ve Ermeni’ydi. Maarif Nezareti’nde Isaac Amon, Telif ve Tercüme Heyeti üyesi Elias Choki, Teftiş Heyeti üyesi Soma Welich, Sağlık Müfettişi Moise Franco, Fransızca Umum Müfettişi Dr. Spitzer, Anatomi Profesörü Elias Cohen, Dermatoloji Dr. Pepo Akihoti, Nöroloji Profesörü Samuel Abravaya, İç Hastalıkları Profesörü Samuel Kohen, Anatomi Profesörü Mişon Ventura, Hukuk Profesörü Moiz Kohen, Maliye Müderrisi Leon Schönmann, Ceza Hukuku Müderrisi Avram Galanti’ydi. Ayrıca bu okulun kütüphanelerinde materyalist birçok Avrupalı yazarın kitapları da bulunmaktaydı. Türk aydını, batılılaşma serüveninde kolay yoldan Batı sistem ve düşüncesine, daha doğrusu Batı üstünlüğünün sihrine ulaşmaya çalışmış, bu sistemin künhüne vakıf olmaya girişmemişti. Fikri, sosyo-kültürel açıdan gelişim seyrini, ihtiyaçlara çözüm nazariyelerini çok fazla irdeleme gereksinimi hissetmemişler ya da algılayamamışlardı. Bu nedenle de Batı ~37~

II. Abdülhamid (1842-1918) Osmanlı Devleti 34. Padişahı ve 113. İslam Halifesi

Fotoğraf: II. Abdülhamid Dönemi Osmanlı Donanması

bilim ve felsefesinin nitelikli temel eserleri ve düşünürlerine yönelmekten; bunları tanımak, özümsemek, benimsemek ya da bunlarla hesaplaşmaktan ziyade, Batıya benzemenin kolay yolu olarak pozitivizm gibi daha çok sosyolojik nitelikli yöntem ve eğilimleri tercih edilmişlerdi. Ne Marks, Engels, Descartes ne de Kant ve Hegel Osmanlı aydınının gündeminde yoktu. Köklü çözümler üretecek fikri donanımdan uzak, öykünmeci yaklaşımlarla çok da sosyal gerçekliğini anlayamadıkları batıdan aldıkları kurumlarla ülkeyi kurtarıp bu kurumların aydınlarını yetiştirebileceklerini düşünüyorlardı. Tıbbiye’nin kuruluşunda öğrenim dili Fransızcaydı. 1844’te bu okulu ziyaret eden Mac Farlane’e göre, okulun kitaplığı o güne dek görmediği materyalist eserlerin bir koleksiyonunu ihtiva etmekteydi. Burada: Barone d’Holbach, Diderot, Ludwig Buchner gibi yazarların materyalist eserleri çokça mevcuttu. II. Abdulhamid döneminde medreselerin ıslahının yapılıp, modern kurumlar haline dönüştürülememesi- tabii bu durumun bir süreç olduğunu unutmamak ge-

rekir- ve bu kurumların daha çok atalet ve köhnelikle tanımlanıp dini anlayışla mezcedilmesi sonucunda bunların yerine kurulan batılı eğitim kurumları, batıcı ve maddeci hocaların inisiyatifin de gelişerek hem ülkenin kısa zamanda parçalanmasına hem de Abdülhamit’in tahtan indirilmesine yol açmıştı. İttihat Terakki’nin kurucularından İbrahim Temo, Arnavut; Mehmed Reşid, Çerkes; Abdullah Cevdet ve İshak Sukuti ise Kürt’tü. Cemiyetin kurucularından ve teorisyenlerinden olan Abdullah Cevdet, “içtihad” özgürlüğünün savunmasını yaparak muhalif bir söylem geliştirdi. A. Cevdet, şer’i hukukun belirleyici olduğu bir zeminde yanlış referanslardan hareketle doğru bir yol takip edilemeyeceğini daha sonraları ortaya koyduğu çözüm yollarıyla ortaya koyacaktı. İlk kez laiklik, Latin alfabesinin kabulü, giyim kuşam inkılâbı, tekke ve zaviyelerin kapatılması, kadın hakları gibi sorunlara değinecek; hatta Avrupa’dan damızlık getirilerek Türk ırkının ıslah edilmesi gibi garip fikirleri savunacaktır. Cemiyet çevresinde daha çok pozitivist

Rahle

~38~

fikirler revaç bulmuştu. Cemiyet tüm muhalif söylemine ve batılılaşma isteğine rağmen temel Osmanlı paradigmasından kopmamış; kalınmak, devleti kurtarmak, birliği korumak ve parçalanmayı durdurmak gibi söylemleri hiç dillerinden düşürmemişlerdi. Bu nedenle merkeziyetçi dayanışmacı, aktivist, seçkinci, otoriter bir ideolojiyi geliştirmişlerdir. Cemiyet, sosyal Darwinizme yakın demokrasiye karşı kuşkuludur. Radikal değil muhafazakârdır, ütopyaları değil ideolojileri vardır. Yurt Dışında Örgütlenme Çalışmaları Cemiyet 1894 yılında, Paris’te bulunan pozitivist Auguste Comte’nin takipçisiAhmet Rıza ile temasa geçer.1892 yılında Paris’e gitmiş olan Ahmet Rıza, 1895’ten itibaren Jön Türklerin en önemli yayın organı olan Meşveret’i yayınlamaya başlar. Meşveret’in kurucuları arasında Selanikli bir Yahudi olan Albert Pua, Rum Aristidi Paşa ve Lübnanlı bir Maruni olan Halil Ganem de bulunmaktaydı. Ancak zaman içerisinde Ahmet Rıza Batıyı eleştirmeye başlayacaktır: “İlim sahasında bu kadar titiz davranan âlimlerin prensiplerini böylesine ucuza satacaklarını tasavvur edemezdim. Din tesirinden kurtulmanın şahikasına eriştiğini sandığım kimselerin hala Hıristiyanlığın damgasını taşıyan fikirlerin esiri olduklarını gördüm…”der. Ahmet Rıza giderek Mizancı Murad’ın demokrasiye karşı kuşku ve eleştirilerine yaklaşarak siyasal seçkincilik ve otoriteryanizme yaklaşacaktı. Mısır’da bulunan ve Mizan dergisini yayınlayan İslamcı Murat da bu dönemde cemiyete katıldı. Cemiyet’in adı 1895’te Ahmet Rıza’nın tavsiyesiyle Osmanlı İttihat ve Te-

rakki Cemiyeti olarak değiştirildi. Cemiyetin ismi daha çok pozitivizmin ‘düzen içinde ilerleme’ sloganından etkilenmişti. Cemiyetin Paris, Cenevre, Berlin ve Londra’da şubeleri açıldı. Cemiyet Avrupalılar tarafından da “Jön Türkler” diye isimlendirilmeye başlandı. 1896’da, Ahmet Rıza’ya karşı olan örgüt mensupları, Avrupa’ya gelen Mizancı Murad’ı cemiyetin liderliğine getirdiler. Bu da cemiyetin politikalarında bir değişimin işaretiydi. Cemiyet büyüdükçe Osmanlı reel politiğinin genel çerçevesine yerleşmekteydi. Fakat Batının fikri ve sosyo-kültürel zemininde Osmanlı reel politiğini anlamak ve anlamlandırmak ve hatta emperyal güçlerin yönlendirmelerinin yanında, plan ve projelerinin merkezinde yer almak, İTC için çözümü oldukça zor hatta zorluğundan daha büyük hatalar ve yanlışlar örgüsüne dönüşmek demekti. Cemiyet 1896 ve 1897 yıllarında Abdulhamid’e karşı başarısız iki darbe girişiminde bulundu. Bu gelişme üzerine tutuklamalar ve sürgünler yaşandı. Cemiyetin yayın organlarından anlaşıldığına göre, temelinde otoriter eğilimini ve niteliğini koruyan bir burjuva ideolojisi ekseninde, İslamcılıkla batılılaşma meczedilmeye çalışılmaktaydı. Avrupa’ya umutlarını bağlayan bu Osmanlı aydınlarının genel olarak emperyalizm hakkında ve özelde ise Osmanlı’nın sömürülmesi hakkında ciddi bir analiz ve fikirleri bulunmamaktaydı. Onlara göre sorunların temelini Abdulhamid’in yönetimden uzaklaştırılması oluşturmaktaydı. Daha sonrası için ciddi bir projeleri yoktu. Abdulhamid gidince sorunların çözüleceğini zannetmek-

~39~

Kış 2013

teydiler. İşte bunun için kendileriyle işbirliğine giriştikleri azınlıklar ve Avrupalılar, Abdulhamid sonrasında Osmanlı’nın parçalanması ve sömürüsünü daha da hızlandırmıştı. Yaşanan bu gelişmeler Osmanlı muhalif aydınlarının fikriyat ve analizlerinin ne denli yetersiz ve Batı’yı kavramaktan ne denli uzak olduğunu ortaya koymaktaydı. Cemiyetin Avrupa hakkındaki görüşlerinin romantikliği ve sığlığı neredeyse körlük derecesine varmıştı. Nitekim 1889’da İngiliz’lerin Boerlere (Güney Afrika) karşı kazandıkları zafer üzerine, İngilizlere tebrik telgrafı çekmeye çalışırken tutuklanacaklar hatta okullarına İngiliz bayrağı asmaya kalkacaklardı. Yine bir grup Batıcı aydın tarafından çıkarılan Servet-i Fünun dergisi çevresinde kümelenen ve seçkinci bir sanat anlayışını savunan Recaizade Ekrem ve kadrosu da Boerlere karşı girişilen tenkil (ortadan kaldırma, yok etme) hareketine destek için 1900’de İngiliz elçiliğine bir ziyarette bulunacaktı.

Nasıl Abdulhamid kendi politikalarıyla kendi mezarını kazmışsa, Jön Türkler de kendi politikalarıyla kendi mezarlarını kazacaklardır. Abdulhamid’in siyasal gerçekliğine karşı aşırı baskıcılığı ve otoriteryanizm de ısrarı zorunlu olarak bir İttihat ve Terakki ile sonuçlanacak; ülkeyi kaosa ve parçalanmaya sürükleyen koşulları oluşturacak; ayağı yere basmayan özgürlükçülük, imparatorluğu oluşturan tüm ulusların ayrışarak Türkler’in emperyalizm karşısında yalnız kaldığı bir süreçle sonuçlanacaktı. Cemiyet mensupları 1896’da Cenevre’de Osmanlı İhtilal Komitesi’ni kurdular. 1897’de ise Cenevre’de İshak Sukuti, Tunalı Hilmi, Abdullah Cevdet, Nuri Ahmet… tarafından Osmanlı gazetesi çıkarıldı. Jön Türkler tarafından muhtelif ülkelerde 95 Türkçe, 8 Arapça, 12 Fransızca bir de İbranice olmak üzere toplam 116 gazete çıkarılmıştır. 1897’de Osmanlı devletinin Yunalılar kar-

Rahle

~40~

şısında kazandığı zafer sarayın prestijini artırırken, Cemiyet mensuplarını da kararsızlığa sürükledi. Abdulhamid’in çağrısına uyan Mizancı Murat ve arkadaşları yurda dönerken; Ahmet Rıza grubu bu çağrıya uymayarak mücadelelerini yurt dışında sürdürmeye devam ettiler. Ülkeye geri dönenlere tekrar baskı uygulanması üzerinde yurt dışına çıkmak zorunda kaldılar. Öte yandan İngiliz hayranı olan Damat Mahmut Paşa ve oğulları Prens Sabahattin ve Lütfullah, 1902 yılında AnkaraBağdat demiryolu imtiyazının Almanlara verilmesi ve Almancı politikaların ağırlık kazanmasıyla ortaya çıkan hanedan içi anlaşmazlıklar sonucu yurt dışına(Paris) çıkacak ve Jön Türk Kongresi’nin toplanmasına öncülük edeceklerdir. Prens Sabahaddin Batı kültürüyle eğitim görmüş tipik bir aristokrat ve burjuvaydı. Bireyci, Adem-i merkeziyetçi ve ıslahatçı düşüncelere sahip olmanın yanında İngiliz politik geleneğini tasvip etmekte ve benimsemekteydi. Sabahattin ve Lütfullah beylerin, yani her şeye rağmen saray mensuplarının (Osmanlı hanedanı üyelerinin) öncülüğünde toplanan Jön Türk Kongresi, 1902 yılında Paris’te çalışmalarına başladı. Ancak kongrede azınlıklarca desteklenen Sabahaddin ve Lütfullah beylerin özgürlükçü bir devrim için Batılı ülkelerin Osmanlı devletine müdahalesini savunmaları cemiyeti ikiye böldü. Prens Sabahattin ve taraftarları, Osmanlı Hürriyet Perveran Cemiyeti adında yeni bir örgüt kurdu. Ahmet Rıza ve arkadaşları ise Terakki ve İttihad Cemiyetini oluşturarak Şuray-ı Ümmet adlı bir gazete çıkarmaya başladı-

lar. Prens Sabahaddin kanadı, bölgesel özerklik, yerinden yönetim, bireysel girişim ve kişisel özgürlükleri savunurken; İttihatçı kanat merkeziyetçi, Türkçü, seçkinci ve otoriter bir anlayışla Alman Friedrich List’in milli iktisat düşüncesini savunmaktaydı. Oysa Sabahaddin kanadı, İngiliz iktisadı görüşü olan serbest( liberal) ticaret anlayışına sahipti. Bu gelişme, İngiliz emperyalizminin önünü açma çabasının bir sonucu olarak Osmanlı aydının bir kısmını tesir altına almıştı. Oysa yeni teşekkül eden Alman burjuvazisi daha çok, kapalı ve kendini savunmaya yönelik bir iktisadi eğilime sahipti. 1906 yılında Prens Sabahaddin Teşebbüs-i Şahsı / Adem-i Merkeziyet Cemiyetinin programını yayınladı. Her iki kanat da meşrutiyetçi ve laik eğilimlere sahipti. İslam birliği düşüncesini reel politik açısından uygun bulmazken, bir sosyal gerçeklik olarak İslamiyet’in varlığını teyit etmekteydi. Bu nedenle birinci planda Osmanlı devleti güçlendirilmeli, halkı cehalet ve sefalete duçar eden müstebit yönetim tasfiye edilmeliydi. Prens Sabahaddin’in eleştirileri ve programı daha kuramsal ve derinlikli analizlere dayanırken; İttihatçı kanadın eleştirileri tepkisel ve sistemin özünden ziyade Abdulhamid ve kadrolarını tasfiyeye yönelikti. Her iki kanat da ulusal bir burjuvazi yaratılması hususunda hem fikirdiler. İngilizler de uzun vadeli bir politika olarak bu fikri desteklediler. Sömürülerini ülkedeki siyasal iktidara dayandırmaya çalışan Almanlara karşı, İngilizler ulusal bir burjuvaziye dayandırılacak bir sömürü yönetiminin daha rasyonel ve verimli olacağı inancındaydı. Nitekim kimi çalkantıla-

~41~

Kış 2013

ra rağmen İngiliz politikası meyvelerini Cumhuriyetten sonra devşirmeye başlayacaktır. Öte yandan daha bu yıllarda İngiliz genelkurmayı, Anadolu demiryollarının (dolayısıyla sömürü ağının) yönetimini Almanya’ya; Suriye’yi Fransa’ya ve Bağdat -Körfez hatlarını ise İngilizlere vermeyi amaçlayan bir bölüşüm raporunu hazırlanmıştı bile. İngiliz planındaki ana etken ise, o yıllarda varlığı ve önemi fark edilmiş olan petrol yataklarına egemen olma düşüncesiydi. Türk Siyasetinin İçindeki İTC 1906’da Selanik’te, Talat başkanlığında kurulan, çoğunluğu subaylardan ve daha yeni oluşmakta olan milli burjuvazide yer kapmaya çalışan Yahudi azınlıktan oluşan Osmanlı Hürriyet Cemiyeti, 1907 yılında İttihatçı kanatla birleşerek- bu yıl içerisinde- tüm muhaliflerin katıldığı ikinci bir Jön Türk (Türk Liberalleri) kongresi düzenlediler. Bu kongrede alınan kararlar: Toprak bütünlüğü savunulacak, saltanat korunacak, mevcut yönetim yıkılarak Meclis-i Mebusan toplanacak, Kanun-i Esasi yürürlüğe sokulacak, kongre kararları gizli kalacak, yönetimin yıkılması için direniş hareketleri (askere gitmemek, vergi vermemek, propaganda faaliyetlerini hızlandırmak, davaya ihanet edenlerin katledilmesi vb.) başlatılacaktır. 1907 de Reval de bir araya gelen İngiliz ve Rus heyetleri Osmanlı devletinin parçalanması ve etnik nüfus dağılım durumunu görüşmeye başlayınca, padişahlıkta direnen -tek Avrupa ülkesi olan- Osmanlının da Meşrutiyet’e geçmesi sorunu acilleşecek ve neredeyse politik gerçekliğin zarureti haline dönüşecektir. Öte yandan 9 Haziran 1908’de, Rus Rahle

ve İngiliz hükümdarlarının Reval’de, Osmanlı Devleti’nin bölüşümü için yaptıkları müzakere İTC’nin genç subaylarını harekete geçirdi. Ülkenin çeşitli yerlerinde ayaklanmalar oldu. Özellikle Selanik ve Makedonya’da çoğalan ayaklanmalar, Enver ve Niyazi beylerin milli taburlar oluşturarak dağa çıkmaları sonucu askeri bir ayaklanmaya dönüştü. Ayaklanmayı bastırmaya çalışan Şemsi Paşa katledildi. Osman Paşa kaçırıldı ve 23 Temmuz’da Manastır’da Enver Paşa tarafından meşrutiyet ve hürriyet ilan edildi. Bu gelişmeler üzerine Abdulhamid, Kanun-i Esasiyi yeniden yürürlüğe soktu ve Said Paşa’yı Sadrazamlığa getirdi. 24 Temmuz 1908’de II. Meşrutiyet ilan edildi ve birçok ilde örgütlenen İTC, Kasım ayında yapılan seçimleri kazanarak Meclis-i Mebusan üstünde denetim kurdu. Fakat İTC, Cemiyet-Fırka ikilemini devam ettirdi. Cemiyet faaliyetlerini illegal alanda sürdürürken; Fırka, legal alanda Cemiyet’in siyasal sözcülüğünü ve temsilciliğini yapıyordu. Bu ise ordunun ve orduya dayanan jakoben (tepeden inmeci) batıcı radikalizmin günümüze kadar süren politik iktidarı denetleme işlevinin stratejisini olmuştur. Yapılan seçimde üyelerin 147’si Türk, 60’ı Arap, 27’si Arnavut, 26’sı Rum, 14’ü Ermeni, 10’u Slav ve 4’ü de Yahudi’dir. S. Yerasimos’a göre İTC, örgütsel yapısı itibariyle daha çok bir Türk-Yahudi ittifakı görüntüsü vermektedir. Türkler bu ittifakta yetkin bir askeri güç, Yahudiler ise yönetici beyin, girişim imkânı, para ve Avrupa basınından sağlanacak destek pozisyonundaydı. Diğer azınlıklar gibi Yahudiler de İttihatçı devrimin akabinde gözlerini

~42~

bir yurt arayışına, Filistin’e dikeceklerdir. İTC’nin en önemli merkezi olan Selanik’te, 1908 yılında nüfus dağılımı şöyledir: %27 Türk, %40 Yahudi, %13 Rum, %3 Bulgar ve geri kalan nüfusta Levanten azınlıklardan oluşmaktaydı. Prens Sabahaddin 14 Eylül 1908’de Ahrar (Hürler) Fırkası’nı kurarak seçimlere girdi ancak bir mebus çıkarabildi. İTC’nin merkeziyetçi ve Türkçü politikalara yönelmesi üzerine 50 civarında mebus Ahrar Fırkasına geçti. Azınlıklarla kardeşçe yaşama hülyaları çok uzun sürmemiş 1908 de Bulgaristan bağımsızlığını ilan ederken, Avusturya Bosna-Hersek’i Yunanistan da Girit’i aldı. İTC’nin siyaseti sonrasında birkaç ay içinde II. Abdulhamid’in 33 yıllık iktidarı döneminden daha fazla toprak kaybedildi. Bu dönem içerisinde İTC’de aradıklarını bulamayan örgütün kurucuları İbrahim Temo ile Abdullah Cevdet, Osmanlı Demokrat Partisi’ni; Arnavut ve Arap mebuslar ise Mutedil Hürriyetperveran Fırkası’nı kurdular. Ahali Fırkası ise, İTC’den ayrılan bir grup ulema tarafından kurulan meşrutiyetçi-muhafazakâr bir partiydi. İleriki yıllarda ise Selanik’te -özellikle Yahudiler tarafından- Sosyalist işçi Federasyonu ile 1910 yılında Hüseyin Hilmi tarafından Osmanlı Sosyalist Fırkası kuruldu. Yine bu dönemde Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti, Cemiyet-i Naciye-i Milliye teşkilatları kuruldu. Volkan gazetesi yayınlanmaya başladı. Mizancı Murat ihtilal sonrasında İTC tarafından dışlandı. İTC üzerindeki egemenlik, doğal ve geleneksel Osmanlı anlayışı uyarınca artık aydınların değil, askerlerin denetimine geçti Muhalif oluşumların çoğalması ve etkinliğinin artması

İTC’yi hırçınlaştırarak iktidar üzerinde ki baskısını artırmaya başladı. 13-Şubat 1908’de Sadrazam Kamil Paşayı hükümetten düşürdü. Zaten muhalefeti harekete geçirerek 31 Mart ayaklanmasına yol açan süreci başlatan da İTC’nin bu tedricen iktidarı kendi denetimine alma çabasıdır. Bu süreçte İTC karşıtı Hasan Fehmi ve diğer bazı İTC karşıtları suikastler sonucu öldürüldü. Ordu içerisinde ise mektepli-alaylı çekişmesi sürerken; buna birde devrimci Makedonyalılarla Saray yanlısı İstanbullular arasındaki gerilimler eklendi. İktidar çevresinde ortaya çıkan boşluk; İTC, Ahrar Fırkası ve saray arasında doğan gerilim, bir yandan İTC’nin suikastları, öte yandan Volkan Gazetesi çevresinin provokasyonları, 31 Mart Vakasının patlak vermesine yol açtı... Kaynakça: 1. Osmanlı Devletinde Islahatlar, Ebubekir Sofuoğlu, Gökkubbe Yay. 2. Osmanlı Çağı ve Sonrası, Ümit Aktaş, Anka Yay. 3. Jön Türklerin Siyasi Fikirleri, Şerif Mardin, İletişim Yay. 4. Jön Türklerin Yükselişi, M. Naim Turfan, Alkım Yay. 5. Tarih Üzerine, Friedrich Nietzsche, Say Yay. 6. İttihat ve Terakki Cemiyeti, Kazım Karabekir, Emre Yay. 7. Yakın Tarihin Gerçekleri, İlber Ortaylı, Timaş Yay. 8. Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, Erik Jan Zürcher, İletişim Yay.

~43~

Kış 2013

KENDİMİZİ BİLMEK ÜZERİNE

Psikoloji

Bilgin Bozkurt

G

ünümüzde “maddî bilgi” daha önceleri hiç olmadığı kadar önemli bir hale geldi. Fakat insan, eşyanın bilgisi peşinde koşarken en önemli olanı, kendisi ile ilgili bilgiyi, gözden kaçırdı. Teknoloji çağının hızı ve kapitalizmin elindeki Modernitenin karmaşası içinde boğulan insan, özelde İslamî bir hayat tarzını benimsemiş kişiler, istemeseler de bu selin önünde sürüklenmekteler. İnsan -zekâsı ilerlemiş olsa da- artık akletme yetisini kaybetmiş durumda. Ortalıkta tefekkürün sadece ismi var artık… Hayır, “Çağın yumruğunun altında şamar oğlanına dönmüş insana bir tokat da ben atayım” değil niyetim. Hatta ben onu biraz da aklama niyetindeyim. Çünkü içinde sürüklenmeyi kendi seçmediği bir selin koynunda küçük çabalarıyla kurtulamıyor diye onu suçlu bulmayacağım. Fakat şu da bir gerçek ki, içinde bulunduğumuz durumun bizi insan olma şerefinden alıkoyduğunu da okuyucuyu üzmek pahasına dile getirmekten kaçınmayacağım. İnsan olarak kendimizi bir hayvandan veya gelişmiş bir biyolojik robottan ayıran özelliğimizin “şuurlu hareket edebilme” yetimiz olduğunu söyleriz. Peki, günlük hayatımızın en fazla % 5’ini şuurlu yaşadığımızı söylesem fazla mı abartmış olurdum sizce? Fakat gerçek bu… İnsanı psikoloji biliminin malzemesi yapan ön hüküm, elimizde yeterli veri olduğunda insanın neyi seçeceğinin önceden ~44~

öngörülebileceği düşüncesidir. Psikoloji ve sosyoloji çeşitli faktörlerin insan ve toplum davranışlarındaki etkisini belirlemek üzere veriler toplamakta, istatistik verileri regresyon analizinden (İki ya da daha çok değişken arasındaki ilişkiyi ölçmek için kullanılan analiz metodu) geçirerek hangi faktörün hangi sonuç için, ne derece etkili olduğunu araştırmaktadır. Bu faktörlerin neler olduğuna değineceğim. Ama şu anda dikkatinizi toplamak istediğim nokta; “Aslında gerçekte seçmediğimizi, sadece faktörlerin etkisinde sürüklenen gelişmiş biyolojik varlıklar olduğumuzu öngören bu bilim dallarının, elde ettikleri sonuçların, üzerimizde uygulandığında sonuç vermesi ne ifade etmektedir?” sorusudur. Söylendiği gibi seçtiğini zanneden ama seçmeyen varlıklar mıyız? Her gün önümüze sunulan binlerce seçenek ne o halde? “Hangi televizyon kanalını izleyeceğimi, hangi gıda ürününü satın alacağımı, iyilik ya da kötülük yapmayı, yanımdan geçen birine gülümsemeyi veya somurtarak geçmeyi ben seçmiyor muyum?” diyebilirsiniz... Evet seçmiyorsunuz... Şöyle kendimizi bir gözden geçirelim: “Kimiz biz ve bütün bu davranışlarımız neyin ürünü?” Örneğimizi Müslüman bir birey olarak seçelim. Günümüz Müslüman bir bireyinin iç dünyasını birlikte otopsi masasına yatıralım. Söz konusu örnek, bütün Müslümanları temsil etme noktasında % 100 kapsayıcı olmayabilir, fakat çoğunluğu temsil ettiğini düşündüğümden böyle bir örnek üzerinden gideceğim. Nedir günümüz standart Müslümanın davranışını

oluşturan temeller? İrdelemeye geçmeden önce bir noktayı daha ayırmak ve farklılığını ortaya koymak isterim. Bu nokta, kişinin ilk iman ettiği zaman dilimidir. Bu dilimde Müslüman, tam da aslında olması gerektiği gibidir. Allah’a karşı derin bir teslimiyet ve rikkat, içindeki ve dışındaki dünyayı yeni tanıyan bir bebeğin samimiyet ve hayretindeki gibi bir hayata bakış, her an almaya açık bir zihin ve hissetmeye nazır bir kalp. Aslını kavradığı bir ayeti-hadisi hayatına uygulama noktasında samimi, ciddi ve net bir yaklaşım. İzleyen, hayatın içindeki ve kendi içindeki ayetleri gözleyen yürüyen bir mucize... Gerçek bir insan... Evet, bu kişi, aşağıda değerlendireceğimiz Müslüman bireyden farklıdır. Şimdi gelin diğer Müslüman’ı ele alalım birlikte. Davranışlarımızı Neler Belirler? a. Psikolojik/Sosyolojik Faktörler: - İslami çevrede edindiğimiz veya okuyarak öğrendiğimiz ve zamanla tarz oluşturan adap ve muaşeret kuralları ve İslamî değerler… - Aslı itibarıyla İslamî olsun ya da olmasın, çevremizden edindiğimiz ve zaman içinde bilinçsizce kopyaladığımız tavırlar, giyim tarzımız, üslubumuz... - İçinde yaşadığımız toplumdan kaynaklanan ön kabuller, örf, değerler ve şehirsel yapının etkileri… - Ailevi/akrabasal görevler ve beklentilere cevap verme güdümüz… - Medya öğretisi yoluyla edinilen rol kalıpları…

~45~

Kış 2013

- İş hayatı ve sorumlulukların baskısından doğan rol kalıpları… - Çocukluktan itibaren aldığımız eğitim… - Toplumun bizim gibi insanlara karşı geliştirdiği tavra bir reaksiyon olarak gelişen psikolojinin etkileri... b. İç Güdüsel Faktörler:

Şimdi söylemek istediklerimizi biraz daha net bir hale getirmek için temsili sahneler kuralım. Birlikte hayali bir karakteri ele alalım.

- Yarışma/Üstünlük güdüsü - Şehvet güdüsü - Öfke güdüsü

Sahne: 1

- Kendini koruma güdüsü

Sabah: 06:00

- Faydayı arzulama, zahmetten ve zarardan kaçma güdüsü... c. Genetik /Biyolojik/Zeka Kapasitesi Faktörleri: - Vücut özellikleri… - Genetik Hastalıkların veya biyolojik yapının etkileri… - Kavrama gücü ve yordamının etkileri... d. Duygusal Faktörler: - Korkular/Endişeler… - Bağımlılıklar… - Asabiyet/Sahiplenme… - Sevgi/Tutku... Ne dediğini bilen bir materyalistle görüştüğünüzde; o, insanın aslında seçmediğini, yukarıdaki -sadece ilk akla gelenlerini saydığımız- faktörlerin etkisinde kararlar verdiğimizi söyleyecektir. Eğer seçmiyorsak haklıdır da... Ona göre eğer seçmiyorsak, iyilik ya da kötülük de söz konusu değildir. Kaosun kurbanları, bir trajedyanın çaresiz Rahle

oyuncuları söz konusudur onun için. Böylece cennet ve cehennem gibi kavramları da rafa kaldırır. Gün bugündür, ye iç doy, başka hayat yok mantalitesinin kucağına atlayarak konuyu kapatır. Ona göre inanç da çevresel faktörlerin etkisinde ortaya çıkmış bir kandırmacadır.

Bay E’nin telefonuna kurduğu gürültülü alarm çalar. Uykunun onu götürdüğü belirsiz yerden dünyaya dönen bilincinin ilk algıladığı bu yüksek ve rahatsız edici sestir. İlk his hemen içinde belirir: Kalkmak istemiyorum... Saat acımasızca çalmaya devam eder. Kalkmak zorundayım... diye başka bir his oluşur ikinci olarak. Saatten öç alırcasına kapatır saati ve Keşke biraz daha uyuyabilseydim. Dün gece geç yattığım için pişmanım. Zaten hep böyle oluyor.. .diye ardı ardına gelen düşünceler ve içi içe girmiş hisler bir anda üşüşmeye başlar. Henüz yeni başlıyordur bu boğmaca ve bilinç uykuya dönünceye kadar artarak devam edecektir. Namaz için abdest alınır. Su soğuktur. İçimizdeki his bir kedinin sudan nefret ettiği gibi sudan nefret etmektedir o an. Yataktan kalkmış vücudun sıcaklığını bıçak gibi kestiğinden suya değmek istemiyordur. Sudan bir an önce kurtulmak istercesine abdestini alır. Aklına abdesti düzgün almakla ilgili öğrendikleri bir an gelir ama sudan ve üşümekten çabuk kurtulma isteği bu fikri çabucak

~46~

boğar ve abdest hızlıca bitirir. Namaza dururken akıldaki ilk şey namazın biteceği andır. İftitah tekbiriyle birlikte namazı bitirmeye odaklanılır ve biraz da içten içe “Bu saatte ve bu kadar uykuluyken namaz kılmak zorunda olmanın can sıkıcılığı”nı düşünür. Hızlı hızlı gerçekleşen rükunlar sırasında aklına bugün yapmayı planladıkları, endişeleri, unutup o anda hatırladığı birtakım görevleri... üşüşmeye başlar ve kendine geldiğinde oturuştadır. Bir yandan çabucak buraya ulaşmanın gizli hazzını yaşarken bir yandan da namazı zayi etmenin yüküyle yüzleşmek onu bir çatışmaya iter. Sabah: 06:15 Namaz bitmiştir. Şimdi bir an önce üstünü giymelidir. Pencerenin önündeki güneşliği hafifçe kaldırıp havaya bakar. Yağmur yağıyordur. Hava gri bir tondadır ve sanki sokak ölü gibidir. Dışarısının soğukluğunu daha pencereden bakarken hissetmiştir. İçini değişik bir bunaltı kaplar. Karamsar bir bulut zihninin üzerine çökmüştür. Bugün çok da güzel bir gün değildir ve buna katlanmak zorunda olmak can sıkıcıdır. Üstünü giyer ve kahvaltı yapmadan evden çıkar. Arabaya biner. Soğuk koltuğa oturduğunda içi hala sıcak yatağa dönmeyi, umutsuz olduğunu bile bile istemektedir. Arabayı çalıştırır ve içindeki isteksizlikle ağır ağır ilerlemeye başlar. Yol boyunca bütün trafik kurallarına uyar. Zaten gitmek istemediği için hızlanmak da istemiyordur içi. Hem hava kasvetlidir. Kasveti dağıtmak için radyodan bir müzik açar. Müzik kafasında cirit atan, birbiriyle alakalı alakasız, birbirinin üstüne atlayan düşüncelerin boğuculuğundan kurtulmak

için iyi bir seçenektir. Slow bir parça seçer. İçinde bulunduğu duruma bu parça gider. Sağından solundan geçip giden diğer arabaları önemsemiyordur. Makas atarak giden arabanın arkasından bakarken içinde umutsuzca kıvılcım atan öfkeye, kendine ve ona duyduğu acıma hissi tarafından bir kova su boca edilir ve öfke büyüyemeden söndürülür. İş yerine varır ve kapıdaki görevlinin beklenti dolu gözlerini görünce kendisini selam vermek zorunda hisseder. Gülümsemeye zorlayarak kendini selam verir. Görevini yapmış olma hissiyle ofise geçer. İş değil bir parça dinlenme ve huzurdur tüm ihtiyacı. Sıcak çay eşliğinde poğaçasını yudumlarken iş yerindekilerin konuşmalarını dinlemektedir. Ama kendisi konuşmak istememektedir hala. İşlerle uğraşmaya başladıkça konuşmak zorunda kalır ve yavaş yavaş hareketin içine doğru girer. Artık kendi içindeki hiç bir şeye dikkat edemeyecek kadar dış uyaranların etkisi altındadır. Konuşanlara cevap vermekte, sorunlara çözüm düşünmekte, esprilere gülmekte, can sıkan şeylere tepkiler vermektedir... Sahne: 2 Bay E, dün gece erken yatmıştır. Belirsizlikten geri dönmekte olan bilinç bir ses duymaktadır. Bu Bay E’nin rahatsız edici alarmdan sıkılıp kurduğu daha hoş sesli yeni alarmıdır. Adeta “Hadi kalk canım.” diyen şefkatli bir ses gibi gelir bu ses kulağına. Bilinç hemen uyku durumunu kontrol eder. Şöyle bir nefes alırken, “Hmm... İyiyim iyiyim... Uykumu almışım.” diye geçirir içinden. Sıcak yatak hala tatlıdır. Ama ondan ayrılmak o kadar da zor değildir bugün. “Onlar ki namaz kılmak için

~47~

Kış 2013

KİTAP ÖNERİSİ: İnsan ve İnsanlar, Çiğdem Kağıtçıbaşı, Evrim Yay. 476 sf. 2010 İstanbul.

yataklarından ayrılırlar...” diye düşünüp iyi bir Müslüman olduğu gibi bir fikre kapılır. Namaza kalkmıştır ve kılmak istiyordur. Ama uykusunu almış olmanın yarattığı farkı hiç düşünmeden söyler bunu. Aslında bu cümleyle yüzleşse, daha dün kötü bir Müslüman’dır o halde. Abdestini almak için lavaboya gider. Evde bugün doğalgaz açıktır. Sıcak suyla abdest alır. Suyun sıcaklığının verdiği gizli zevk onu abdesti soğuk suyla aldığından çok daha yavaş almaya iter. Her uzvunu yıkarken artık daha dikkatlidir ve tam yıkamaya çalışır. Şu uzvu yıkarken böyle, bu uzvu yıkarken şöyle söyleniyordu diye zihnini kontrol ettikten sonra içinden dualar eder. Ama soğuk suyla abdest alırken bu Rahle

istek çok da canlanmamıştır içinde. Üşümekten kurtulmak daha ağır basmıştır. Sıcak su takvayı mı artırmıştır acaba? Uykusunu aldığı için namaz kılarken daha ayıktır. Rükunların daha farkındadır. Arada bir namazı bitirmeye odaklanarak otomatik pilota bağladığını anlayıp yavaşlamaya ve okuduğu ayetlerin-duaların anlamlarını aklından geçirmeye-idrak etmeye çalışır. Fakat çok sürmeden yine otomatik pilotta bulur kendini. Kaç kılmıştım, bir mi? iki mi? diye bir an düşünecek olsa da “İkidir iki, evet evet ikideyim!” diye geçirerek içinden namazın sonuna gelir. Bu namaz da çok iyi olmamıştır ama olsun. En azından dünkü namazdan iyidir. Saat kaçtır? O… geç kalıyordur. Çabuk üstünü giyinmelidir. Perdeyi aralayıp dışarıya bakar ve... İşte yazdan kalma harika bir gün onu beklemektedir. Yeni doğan güneşle aydınlanan havada bulut bile yoktur. Sokakta sakin sakin yürüyen insanlar ve koşuşan köpek anında bir rahatlama hissi yaratır üzerinde. Farkında olmadan dudaklarının uçları hafifçe yukarı kıvrılır. Hızlıca üstünü giyer. İçinden gelen şarkı söyleme isteğini hiç bastırmaz ve mırıldanmaya başlar. Lavaboya girip saçını şöyle bir eliyle düzeltir ve evden çıkar. Asansöre biner. Aslında bugün merdivenden inse de olurmuş diye geçirir içinden. Zira asansörde beklemek onu sabırsızlandırır. Asansör iner inmez hızlıca çıkar ve arabaya doğru hızlı adımlarla yürür. Demin mırıldandığı şarkıyı mırıldanmayı bıraktığını fark eder ve işe geç kalmak üzere olduğu bilgisinin moralini bozacağından içten içe korkarak tekrar mırıldanmaya başlar. Ama bu sefer ilk seferki gibi doğal

~48~

gelmemiştir. Olsun, moral bozmak yok, devam der içinden. Bugün hızlı gitmek istiyordur. Tam hızını almış giderken yanan kırmızı şıklar sinirlerini bozar. Oysa tam da içinden geldiği gibi hızlı gidecekken çıkan engeller can sıkıcıdır. Yandaki arabanın ondan daha hızlı kalkış yaptığını ve bunu bilinçli yaptığını hissettiğinde içinde onunla yarışmak gibi bir his uyanmıştır. Bir yandan “Buna değmez” derken diğer yandan herkesi geçmek istemektedir. Bir araba, iki, üç derken sonunda dayanamaz ve kendini biriyle yarışırken bulur. Trafik canavarı, trafik kazaları ve sonuçlarıyla ilgili bildikleri aklına gelirken yavaşlaması gerektiğini düşünmektedir ama diğerini geçme isteği çok daha baskındır. Yarışmak artık geri dönülemez durumdadır. Adrenalin seviyesi yükseldikçe yarışa daha da kapılır ve artık kalbi çok hızlı atmaktadır. Hızı kontrol edebileceği seviyenin üstüne çıktığında içinde korkular ve endişeler çığlık atmaya başlamıştır. Bir şey olmayacağı telkiniyle kendini yatıştırmaya çalışır. Sonunda bir an için kontrolü kaybeder ve bir kazadan kıl payı kurtulur. Elleri titremekte kalbi fırlayacakmış gibi atmaktadır. Bütün enerjisi soğurulmuştur. Yavaşlar ve yaptığı şeyin anlamsızlığını düşünür. Artık işe kadar ortalamanın biraz altında bir hızda gider ama hala kendine gelememiştir. Kapıdaki görevli ona bakmaktadır. Ama o, yaşadığı olayı ve ölüme bu kadar yaklaşmış olduğunu hissetmenin rahatsızlığını yaşadığından görevliye bakmayı akıl edemez. Selam vermeden geçer. Ofise girer girmez rahatlamak için bir fincan çay alır ve arkadaşlarıyla konuşmaya başlar. Yaşadığı olayı ve

diğer sürücüye ne kadar sinirlendiğini anlatır. Bugün bunu birçok kişiye anlatacak, biraz daha sinirlenecek ve dolayısıyla bugünkü her şey bu ruh halinden nasiplenerek yaşanacaktır... Umuyorum ki, dış faktörlerin seçimlerimiz üzerindeki derin etkilerini anlatması açısından bu iki sahne bizim için faydalı olmuştur. Örnekte vurgulandığı gibi ruh halimiz, dolayısıyla da seçimlerimiz, uykumuzu alıp alamamamızdan, ortam sıcaklığından, hava durumundan, beklentilerden, güdülerden… ve daha sayamayacağımız onlarca faktörden her an etkilenmektedir. Kendimize bugün verdiğimiz sözleri tutacak gücü yarın, hatta birkaç saat sonra, içimizde bulamamamızın sebebi de bu etkiler ve etkilerin içimizde devreye soktuğu yeni “ben”lerimizdir. Peki, insan gerçekten seçmez mi? Bir Müslüman ve anlama inanan bireyler olarak elbette bu soruya “Elbette insan seçer.” şeklinde cevap veririz. Evet, insan seçer. Ama seçtiğimizi sandığımız şeylerin çok büyük bir kısmını gerçekte seçmeyiz. Konu girift ve genişçe ele almayı gerektirdiği için bu yazımızda sadece bu kadarını söyleyerek bırakalım… Takip eden yazılarda “Gerçek şuur nedir? Gerçek seçim nedir? Şuuru nasıl fark ederiz? Şuurlu olmaya giden yol nedir?” soruları üzerinden devam edeceğiz inşaallah…

~49~

Kış 2013

İSLAM TARİHİNİN İLK DÖNEMLERİNDE SİYASÎ SEBEPLERLE UYDURULAN HADİSLER VE GÜNÜMÜZE ETKİSİ—2

Hadis

Y. Emre Kırmızılı

C

. Konu Başlıkları: Bir önceki sayımızda siyasetle ilgili hadis uydurulan konulara, kaldığımız yerden devam edelim…

8. Kur’an’ın Mahlûk Olup Olmaması Hakkında: Bu konu, İslam tarihinin ilk dönemlerinde devlet makamlarınca dahi tartışılmış ve zaman zaman siyasetin ana gündemi olmuştur. O kadar ki, sırf bu mesele yüzünden, iktidar sahipleri kendi inanç ve düşüncelerini tebaasına zorla kabul ettirmeye çalışmışlar, bunun akabinde pek çok âlime ağır işkenceler uygulanmış, bir kısmı öldürülmüştür.¹ Hadis tarihinde, “Mihne Olayları” olarak bilinen bu senelerde -Abbasî halifelerinden; Me’mun (809-813), Mu’tasım (813-833) ve Vasık (833-848) dönemleri boyunca- mevcut yönetimin iddiası: “Kur’an muhdes ve mahlûktur” olmuş ve bu yönde siyaset gütmüşlerdir. Buna mukabil, ehl-i hadisi desteklemek adına, bir kısım kimseler aşağıdaki hadisi uydurmuşlardır… Örnek-32: “Kur’an Allah kelamıdır, mahlûk değildir. Kim bunun aksini söylerse kâfir olur.” İbn Kayyım’ın da belirttiği gibi bu yöndeki tüm hadisler uydurmadır.² Günümüzde bu mesele kısmen kabuk değiştirerek yerini, Kur’an’ın tarihselliği ve hükümlerinin geçerli olup olmaması yönündeki tartışmalara bırakmıştır. Bizce bütün ~50~

bu olanların temel sebebi, ehl-i sünnetin yolundan sapma neticesinde oluşmaktadır. En iyisini Allah bilir.³ 9. İmanın Artması ve Amelin İmandan Olup Olmaması Hakkında: Bu konu hakkındaki hadisler, tıpkı Kur’an’ın mahlûk olup olmaması meselesindeki gibi, bir dönem devlet erkânınca tartışılmış ve en çok da Mürcie ve Şiâ tarafından halk arasında yaygınlık kazanan uydurma hadislerdendir.⁴ Aşağıdaki örnekler böyledir... Örnek-33: “İman artmaz ve eksilmez.” Bu hadisin sebeb-i vürudu’nda (söylenme gerekçesinde) güya Sakifli kabilelerden birinin Hz. Peygambere ziyareti ve iman hakkında sorular sorduğu, Resulullah’ın (sa) da bu şekilde cevap verdiği iddia edilmiştir. Tabii tümü de yalandır… Örnek-34: “Bir kimse üç şeyi ayıramazsa cemaatten nasibi yoktur: Ameli imandan, rızkı amelden, ölümü hastalıktan.” Örnek-35: “İman söz ve ameldir, çoğalır ve azalır. Kim bunun aksini söylerse yalancıdır.” Şevkanî ve başkaları bu ve benzeri birçok hadisin batıl (geçersiz sözlerden) olduğunu zikretmektedir.⁵ Örnek-36: “İman; kalple bilmek, dille söylemek ve erkân ile (bedenle) amel etmektir.” Bu söz hakkında, hadis âlimlerinin önde gelenlerinden Seganî, Sehavî, İbn Cevzî ve Ali el-Kârî uydurma olduğuna hükmetmiş, Darekutnî ise ravîlerden birinden -Şiî olan

Ebu Salt’tan- çalındığını ve hadisin geçerli olmadığını ifade etmiştir.⁶ Rudanî’deki bilgilere göre; ravilerden Ebu Salt, mutaassıb bir Şiî’dir ve hadisleri münker’dir. Onun za’fı hakkında münekkid imamların ittifakı vardır.⁷ Bununla birlikte hadisi, İbn Mace ve Beyhakî rivayet etmişlerdir. Abdulfettah Ebu Gudde, hadisin İbn Mace’de yer almasında şaşılacak bir durum olmadığını, zira Kütüb-i Sitte yazarlarından İbn Mace’nin Sünen’inde 30’dan fazla uydurma hadis bulunduğunu ifade etmiştir.⁸ Taberanî’deki rivayete göre ise; bu sözün aslının Hz. Ali’ye ait olduğu anlaşılmaktadır. Doğrusunu Allah bilir. Örnek-37: “Amelsiz iman, imansız amel kabul olunmaz.” Bunu Taberanî rivayet etmiş; ancak Heysemî’nin bildirdiğine göre, ravilerinden Said b. Zekeriye hakkında ihtilaf vardır.⁹ Nitekim Ahmed b. Hanbel, onun hakkında “hadis sahibi biri değildir.” (kendisinden hadis yazılmaz) şeklinde bahsetmiştir. Örnek-38: “İmanla birlikte hiçbir günah zarar veremez.” Bu sözün, dönemin siyasî iktidarını aklamak, onların yaptığı bir takım yanlışlıkları (zulüm ve haksızlıkları) örtbas edebilmek adına Mürcie tarafından uydurulduğu düşünülmektedir.¹⁰ Zira hadisten anlaşıldığına göre; kul, günah işlediğinde bu onda bir eksiklik-zaaf meydana getirmez, böylece yönetici-vali olarak atanan bir

~51~

Kış 2013

kimsenin yaptığı hatalar, yanlışlıklar ve cürümler sebebiyle ona dokunmak veya kınamak da doğru olmaz! Allah bizleri hidayetinden ayırmasın; tabii bu durum asla kabul edilebilir bir şey değildir. İşin gerçeği; Allah’ın hududları ve şeriatını (sınırlarını ve hükümlerini) gözetmeyen bir yönetim biçimini benimsemek yahut buna seyirci kalmak dahi, imanı zararsız bırakmayacak kadar büyük bir suçtur. Allah doğrusunu daha iyi bilir.

Örnek-40: “Kim bir ilim öğrenir de onu insanlara öğretirse, Allah ona yetmiş nebînin ecrini verir.” Örnek-41: “Kim ilim elde etmek için yola çıkarsa melekler onu kanatlarıyla kuşatır…” Örnek-42: “İlim talebi hariç, yağcılık mü’minin ahlakından değildir.”

10. İlmin Değeri Hakkında: Bu başlık altında zikredilen hadislerin, Abbasîlerin devlet eliyle başlattıkları “yabancı kültürlerden çeviri” hareketinin bir sonucu olarak uydurulduğunu düşünüyoruz. Zira Müslümanlar o döneme kadar seleflerinin akide ve anlayışlarına -Kur’an ve Sünnet çizgisine- sıkı sıkıya bağlı iken,¹¹ ilerleyen senelerde, fetihler sonucu karşılaştıkları değişik kültür ve inançların da merak ve tesirinde kalmışlardı. Böylece ilmin sınırlarını genişleterek çeviri hareketine ve bu işle memur olanlara açıktan dinî yoldan- destek verilmeye başlanmıştır. İşte tam bu noktada, bir takım siyasî menfaat ve gerekçelerle hadis uydurulması da kaçınılmaz olmuştur. Örnek-39: “İlim Çin’de bile olsa arayın...” İbn Hibban bu hadisin batıl olduğunu, zira isnadında rivayeti kabul edilmeyen Ebu Atike diye bir şahsın bulunduğunu söylemiştir. İbn Cevzî de hadisin uydurma olduğuna hükmetmiştir. Bununla birlikte Ahmed b. hanbel, İbn Mace ve Beyhakî Rahle

hadisi rivayet etmişlerdir. Onlardan da pek çok âlim, “ilim bahsi” ile alakalı eserlerinde nakletmiştir. Tirmizî ve Şevkanî ise zayıf olduğunu belirtmekle yetinirler.¹²

Örnek-43: “İnsanların en hayırlıları öğreticilerdir (muallimlerdir)…” Örnek-44: “Allahım! Öğreticileri (muallimleri) bağışla, ömürlerini uzat, kazançlarını bereketli kıl!” Örnek-45: “İlim meclislerinde bulunmak, bin tane cenaze namazı kılıp kaldırmaktan hayırlıdır.” Yukarıdaki rivayetler, isnadında yalancı ve metruk kimseler bulunduğu için, hadis ehlince uydurma ve asılsız kabul edilmiştir.¹³ Bize öyle geliyor ki; burada “ilim”, “muallim” (öğretici) ve “ilim meclisi” olarak bahsedilen şeylerin övülmesiyle, Abbasîlerin ilk dönemlerinde kendi elleriyle İslam topraklarına soktukları sayısız “yabancı unsurlar” da aklanmış olmaktadır. Zira onlara göre, ilim ve hikmet nevinden olan şeyler -sadece Allah’ın ve Resulünün din ile ilgili olarak bildirdiği hüküm ve uygulamalar değil- Farisîlerin, Hintlilerin, Yunan ve Mısırlıların kullandıkları ilim

~52~

ve uğraşılardır da… Eğer bu “ilim” ve onunla ilgili şeyler kutsal sayılırsa; onu diline çevirmek, ondan bahsetmek ve kullanmak da mubahlaşacak, hatta üstün bir meziyet halini alacaktır! Nitekim şu hadis de aynı maksada hizmet ediyor gözükmektedir: Örnek-46: “Hikmetli söz, mü’minin yitiğidir. Bulduğu yerde onu almaya herkesten çok hak sahibidir.” Rudanî’deki bilgilere göre; hadis, Tirmizî ve İbn Mace tarafından rivayet edilmiş olup, ravilerinden İbrahim el Mahzumî’nin hafızasındaki kötülüğü sebebiyle zayıf sayılmıştır. Tirmizî hadis hakkında ayrıca garîb hükmünü verir.¹⁴ İşin doğrusu bu türden hadislerin, mana itibariyle doğruya yakın ve ilim talep etmeyi şevklendiren hadislerden olduğunu bilsek de; durumundaki şüphe sebebiyle herhangi bir amelde delil olarak kullanılmaması gerektiğidir. Zira geçmişte ve günümüzde, zaman zaman başka milletlerin ilim ve fennini almaya, onlarla diyalog içersinde olmaya dair atılan her adımda işin seyri değişmekte ve ülke-cemaat siyasetini şekillendirmeye kadar uzanmaktadır. Allah daha iyi bilir; bizce hadislerin zahirine itibar edilerek batıl olan ilimlerin de zamanla hak olan ilimlere karışması tehlikesi mevcuttur. Nitekim İslam Tarihî, maalesef bunun kötü örnekleriyle doludur.¹⁵ Gerçek ne olursa olsun, yukarıdaki hadisler, siyasî veya yakın sebeplerle uydurulmuş yahut zayıf addedilmiş sözlerdendir;

bunlarla amel edilemez. 11. Aklın Faziletleri Hakkında: Bu başlık altında uydurulan hadislerin ilk ortaya çıkışının, bir önceki başlıkta olduğu gibi, çeviri hareketi ile başladığını düşünüyoruz. Zira Abbasîlerin iktidarında aklın önemi ve filozofların değerine dair pek çok yeni şey ortaya konulmuş, bilhassa “akılcı” Mu’tezileye siyasî bir rant sağlanmış ve kapı açılmıştır. Örnek-47: “İnsanlar akıllarına göre yüksek derecelere ulaşırlar (yahut hayırla amel ederler) ve Allah’a yaklaşırlar.” Örnek-48: “İnsanlar kıyamet gününde namaz, oruç, zekât, hacc ve diğer amellerine göre değil, akıllarına göre ödüllendirileceklerdir.” Hadis âlimlerinin pek çoğu, İbn Ebi’dDünya ve başkalarında zikredilen bu hadislerin Resulullah’a ait olmadığı ve uydurulduğu belirtilmişlerdir. Nitekim Suyutî bunun bir benzerini mevzu hadislerle ilgili yazdığı eserinde zikretmiş,¹⁶ İbn Hacer ise İbn Ebi’d-Dünya’nın Aklın Faziletleri isimli eseri hakkında, içinde hiçbir sahih hadis bulunmadığını söylemiştir. Ancak eserde, sahabe ve tabiîn döneminden pek çok kişinin başka güzel sözleri yer almaktadır. Örnek-49: “Allah aklı yaratınca ona ‘kalk!’ dedi, o da kalktı... Allah: Ne senden önce ne de senden sonra daha değerli bir şey yaratmadım, dedi.” İbn Kayyum, Irakî, Zehebî, İbn Hacer, Sehavî, Ali el-Karî, Aclunî ve diğer pek çok hadis hafızı, güya aklın faziletine dair zik-

~53~

Kış 2013

redilen bu hadisin uydurma olduğunu net bir biçimde ifade etmişlerdir.¹⁷ Örnek-50: “Kişinin dayanağı aklıdır. Bir kimsenin aklı yoksa (yahut tamam olmadıkça) dini de yoktur (yahut tamam olmaz).” Bu söz kimi yerlerde Resulullah’a (sa) aitmiş gibi nakledilse de doğrusu bu sözün Ebu Velid İbn Cüreyc (ö. 150/767) ve bir benzerinin de Hasan el-Basrî’ye (ö. 21/641) ait olduğudur.¹⁸ Maalesef günümüzde insanlar, İslam’ın aslına ve sahih olan haberlere yeteri kadar itimat etmedikleri, kulaktan dolma bilgilerle ilim öğrendikleri için, bu ve buna benzer rivayetler halen çeşitli ortamlarda kullanılmaktadır. Allah bizleri mağfiretine alsın; bilmeden hareket etmekten ve dini yanlış bir şekilde öğrenmekten de muhafaza eylesin. Usulümüz, Muvatta şarihi Abdullah b. Nafi’nin (ö. 206/822) sözü üzeredir: “Kimden hadis aldığınıza dikkat edin. Kıssacılardan ve size her gelenden hadis almaktan sakının.” Nitekim Allah Resulü (sa) şöyle buyurmuştur:

Dipnotlar: 1. Bu olaylarda kimi muhaddis ve fakihler halifelerin zindanlarında hapis tutulurken ölmüş, kimi de kafası kılıçla kesilerek… Serbest bırakılan ise, ağır yaralar aldığı için hayatı kısa sürmüştür. Bkz. Sadık Cihan, Uydurma Hadislerin Doğuşu, Etüt Yay. sf. 82-84; Talat Koçyiğit, Hadis Tarihi, TDV Yay. sf. 225-229; Talat Koçyiğit, Münakaşalar, TDV Yay. sf. 192-214. 2. Bkz. İbn Kayyım, Uydurma Hadisleri Tanıma Yolları, Karınca Yay. sf. 112. 3. Kur’an’ın muhdes ve mahlûk olmayışı ile alakalı en cami eser, İmam Buharî’nin Halku Ef’âli’l-İbâd adlı eseridir. Konu hakkında selef-i salihin’in görüş ve sözlerine dair bilgi almak isteyen oradan bakabilir. (Bkz. Buharî, İlahî Kelamın Müdafaası, İz Yay. 1992) 4. Bkz. Sadık Cihan, age. sf. 80-82; İbn Kayyım, age. sf. 111-112. 5. Bkz. Şevkanî, Mevzu Hadisler, Medarik Yay. sf. 543545. 6. Bkz. Ali el-Kârî, Uydurma Hadisler, İnkılap Yay. hadis no: 213; Şevkanî, age. sf. 543. 7. Bkz. Rudanî, Cemu’l-Fevaid, 2K Yay. cilt: 1, hadis no: 59. 8. Bkz. Ali el-Kârî, age. hadis no: 72, dipnot: 195. 9. Bkz.Heysemî, Mecmau’z-Zevaid, Ocak Yay. cilt: 1, hadis no: 95. 10. Bkz. Sadık Cihan, age. sf. 80-82. 11. Bu hususta selefin ameli Abdullah b. Ömer’in (ra) şu sözündeki gibidir: “İlim, Allah’ın Kitabında olanlarla Resulullah’ın sünnetleridir. Bunun dışında kendi görüşü ile söz söyleyen, bununla iyilikte mi yoksa kötülükte mi bunu bilemem.” Bkz. İbn Abdilberr, Camiu Beyani’l-İlm, cilt: 2, sf. 26. 12. Bkz. Şevkanî, age. sf. 415. 13. Bkz. Şevkanî, age. 415, vd. 14. Bkz. Rudanî, age. cilt: 1, hadis no: 215.

“Dikkat edin! Şüphesiz sözün en doğrusu Allah’ın Kitabı Kur’an, yolların en hayırlısı Muhammed’in gösterdiği yoldur. İşlerin ve adetlerin en fenası ise sonradan uydurulan bid’atlerdir. Her bid’at sapıklık ve her sapıklık da ateştir.”¹⁹ (Devam edecek inşaallah…)

Rahle

15. Bu konu hakkında en teferruatlı olarak, Celaleddin Vatandaş’ın Vahiyden Kültüre (Pınar Yay.) adlı eserine bakılması yerinde olacaktır. 16. Bkz. İbn Ebi’d-Dünya, Aklın Faziletleri, Ocak Yay. hadis no: 9, 10, 12 ve ilgili dipnotlar. 17. Bkz. Ali el-Kârî, age. sf. 87; İbn Kayyım, age. sf. 6769. 18. Bkz. İbn Ebi’d-Dünya, age. hadis no: 17 ve 84. 19. Hadisi Müslim, Ebu Davud, İbn Mace ve Darimî rivayet etmiştir.

~54~

BANGLADEŞ—ARAKAN SINIRINDAN NOTLAR

Y

eni Şafak’taki köşesinde Türkiye’de Arakan’daki soykırım henüz gündeme yerleşmemişken “Arakanlı’lar Bizim Neyimiz Olur?” çarpıcı sorusu ile konuyu gündeme taşıyan Akif EMRE’nin yazısını okuduğumun üzerinden henüz 1-2 hafta geçmemişti ki; bir sabah çalan telefonumun diğer ucunda konuşan Bursa İHH (İnsani Yardım Derneği) Müdürü Mustafa İRGÜL bana, “Arakan’a Bursa İHH İnsani Yardım Derneği’ni temsilen Bursa’da toplanan yardımları ulaştırmak üzere gitmek imkanın doğdu, hemen pasaportunu hazırla...” dediğinde, kendimi bir anda Arakan gündeminin içerisine düşmüş olarak buldum. Kısa bir süre içerisinde Arakan ile alakalı bulabildiğim tüm yayınları, seyahatnameleri okudum, bölgeye daha evvel insani yardım için giden gönüllülerle çok kısa bir süre içerisinde irtibat kurup üstün körü de olsa bilgi edindim. Ve nihayet yola çıkış günü gelip çattığında çantama kaç parça kıyafet, bot, şapka koyayım, şunu mu götürsem, bunu mu? diye düşünürken, eşimin sözleri kendime getiriyor beni: “Bu bebek giysileri hiç giyilmedi, bunları da yanında götür, oradaki bebeklere giydirirsin.” *** İstanbul’dan 10 Ağustos 2012 Cuma Günü Saat 18:20 uçağı ile Bangladeş’e havalanıyoruz... Ekibimiz 6 kişiden oluşuyor. Bangladeş saati ile 04:30’da Bangladeş’in Başkenti Dakka’ya iniyoruz. Ciddi bir nem ve kötü bir koku yayılıyor havaalanı~55~

İslam Dünyası

Ebubekir Armağan

na, dışarıdan. Vize kontrolü esnasında Bangladeş’e turistik amaçla geldiğimizi söylüyor ve -bazı sorunlarla birlikte- vizeden geçiyoruz. Akşam 18:30 saati itibariyle 1 saatlik uçuş mesafesindeki Chittagong’a pervaneli bir uçakla geçiyoruz. Burada bizi İHH’nın bölgedeki partner kuruluşu Dost Vell Fair’in genel sekreteri Ahmed SAMİR ve arkadaşları kocaman gülüşleri ile karşılıyor. Sıkı sıkı sarılıyoruz birbirimizi ilk kez gördüğümüz halde. Ahmed SAMİR’in Türkçesi çok iyi. Öğreniyoruz ki İstanbul’da 3,5 yıl üniversite eğitimi almış. Ahmed SAMİR de Arakanlı ve ailesi ile birlikte 20 yıl önce Bangladeş’e göç etmek zorunda kalmış. Ve şimdi o kendini Arakanlı Mültecilere yardım etmeye adamış bir kahraman. Ahmed Samir’in yanında bir de 19 yaşında Yusuf isminde bir delikanlı var. O’da mülteci bir Arakanlı ailenin çocuğu. 20 yıl önce Arakan’dan Bangladeş’e göçen annesinin karnında geçmiş NAF Nehrini. Ve Kuto Palong mülteci kampında dünyaya gelmiş. 3 yıl sonra babası bir hastalık sonucu vefat etmiş. Bizi karşılamaya geldikleri minibüse adeta balık istifi bir şekilde doluşuyoruz. Yolumuz 150 km. ve fakat 6 saat süreceğini söylediklerinde şaşırıyoruz. Şehirde hiçbir trafik lambasının, polisinin ve işaretinin olmaması şaşkınlığımızı ciddi şekilde artırıyor. Yoğun bir yağmur yağıyor. Mevsim, yağmur mevsimi. Yol boyu görüş mesafemiz 1 metreye kadar düşüyor. Bir ara Dost Vell Fair’in ofisine uğruyoruz. Bursa İHH İnsani Yardım Derneği’nin Bursalı Hayırseverlerden toplamış olduğu parayı burada eş kuruluşumuzun yetkililerine teslim ediRahle

yoruz. Bu para bir süre sonra Bangladeş para birimine çevriliyor ve fitrelerin dağıtımı için belirlenen rakamı yanımıza alıyor geri kalan kısmını ise acil yardım malzemesinin temin edilmesi için, eş kuruluşumuzdaki kardeşlere teslim ediyoruz. Yine yollara düşüyoruz. Yollar Türkiye’de alıştığımız gibi değil. Ciddi anlamda bir kargaşa hâkim. Sarsıla sarsıla yol alıyoruz. Ve nihayet yaklaşık 6,5 saat süren yolculuğumuz, Bangladeş-Myanmar sınırında Hint Okyanus’u kıyısındaki Cox’s Bazar’da sona eriyor. Saat sabaha karşı 04:30. Bursa’dan yola çıkışımın üzerinden tam 45 saat geçmiş. Kalacağımız otele eşyalarımızı yerleştiriyoruz. Burada bizi İHH’nın Bölge sorumlusu Recep GÜZEL karşılıyor. Recep GÜZEL bize 06:00’da gayr-i resmi LEDA Mülteci Kampına hareket edeceğimiz söylüyor ve yanımıza yağmurluk, bot, yedek tişört almamızı tembihliyor. Kısa bir istişare sonucu uyumamanın en sağlıklı karar olduğuna kanaat getiriyoruz. *** Ve Leda Mülteci Kampına tam vaktinde, 06:00’da hareket ediyoruz. Yol boyu uzanan çeltik tarlaları, alabildiğine yeşil araziler, palmiyeler arasından geçiyoruz. Yaklaşık 3 saat süren ve sarsıntıdan artık midemizin bulandığı bir araba yolculuğu sonrası Leda Mülteci Kampı’ndayız. Leda Mülteci Kampı “not registed” bir kamp; yani ne BM’nin ne de Bangladeş Hükümetinin kabul ettiği bir kamp değil. Burada 2200 Arakan’lı mülteci aile kaderlerine terk edilmiş durumda. Türkiye’den gelen STK’lar olmasa ciddi bir açlıkla karşı karşıya kalabilirler. Normalde bu kamplar gayri resmi olduğundan kamp içerisine girmek

~56~

yasak. Tespit edildiğimiz an sınır dışı edilebiliriz. Fakat hem İHH’nın saha tecrübesi hem de eş kuruluşumuzun dikkat ve gayreti sayesinde kampa girebiliyoruz. Kamp girişinde ilk olarak, her nedense, kamp alanındaki sokakların kesme tuğla ile döşenmiş olduğu dikkatimi çekiyor. Soruyorum: “Kim yapmış bunları?” Mihmandarımız İngiltere’den gelen bir Müslüman STK’nın bunları yaptığını söylüyor ve ekliyor: “Bangladeş Hükümeti onları sınır dışı etti ve Leda Kampında yaşayan insanlar adeta sahipsiz kaldılar.” Kampın içerisine girdiğimizde gördüğümüz manzara bizi paramparça ediyor. Gördüğümüz tuğla örülü sokakların yerini çamur yığınları ve üzerlerinde tamamı ayakkabısız ve birçoğu çırılçıplak oynayan çocuklar alıyor. Biraz evvel çamurlara basmamak için akrobatik hareketlerle sıçrayan ben, bu manzara üzerine onlarla birlikte çamurlara dalıyorum. O dakika artık gözümde hiçbir şey yok. Makinemin deklanşörüne rastgele basıyorum. Burada hiçbir şey normal gözükmüyor. Sadece kadınların üzerindeki kıyafetler tam. Onlar da Arakan’dan kaçıp Bangladeş’e ilk adım attıklarında İHH’nın kendilerine vermiş olduğu giysilerle giyinebiliyorlar. Yoksa hiçbir şeyleri yok. Acı ve öfke Arakanlı Mültecilerin gözlerinden okunuyor. Çocuklar korkmuş gözlerle bizi seyrediyor. Kadınlar ise uzaktan bizi seyret-

mekle meşgul. Fırsat bulduğum ilk an mihma nda rım ızın çevirmenlik yapması vasıtası ile konuşuyorum: “Türkiyeli Müslümanlardan size selam getirdim, sizi seviyoruz, sizi yalnız bırakmadığımızı göstermek için buradayız…” diyorum. İstisnasız her Arakanlı mülteci bizi gördüğünde “selam aleyküm ve rahmetullah” diyerek karşılıyor. Bundan sonra rahatlıyoruz. Artık evimizde gibiyiz. Allah’ın selamı her kapıyı açıyor, görüyoruz… Kamp barınakları tamamen derme çatma. 6 metre karelik barınaklarda bazen 6 bazen 10 kişi bir arada yaşamak zorundalar. Barınakların üstü İHH’nın vermiş olduğu brandalar ile yağmura karşı korunmak maksadı ile kapatılmış. Brandalar uçmasın diye, çatı üstleri gelişi güzel bir şekilde taşlarla döşenmiş.

~57~

Kış 2013

Dela Mülteci Kampında Türkiye’den gelen yardımlarla alınan kumanyaları dağıtmaya başlıyoruz. (Üzüntü ile müşahede ediyoruz ki, Türkiye’den başka, birkaç ülkenin küçük çaplı STK’ları hariç, herhangi bir ülkenin resmi ya da gayrı resmi çalışması yok.) Arakanlı mülteciler sıraya diziliyor, alacakları ailelerini 1 ay idare edebilecek 1 çuval kumanya. Kendi kendime; “Yokluğun sözlük anlamı bu manzara olmalı herhalde...” diyorum. İHH’nın bölgedeki 14 yıllık saha tecrübesi hiçbir kaosa mahal bırakmaksızın dağıtımın sıhhatli şekilde yapılmasını sağlıyor. Biz de kâh kamyon tepesinde, kâh arkasında dağıtıma eşlik ediyoruz. Kumanya dağıtımı bittiğinde Türkiye’den gönderilen fitrelerin dağıtımına sıra geliyor. Her bir aileye 3000 Bangladeş TAKA’sı, Türk Lirası ile 65 TL ederinde bir para dağıtılıyor. Burada da hiçbir olumsuzluk yaşanmıyor. İHH hem kurumsal olarak hem de kadro olarak tam bir profesyonellik örneği sergiliyor. Dağıtım bittiğinde kampın ara sokaklarına dağılıyoruz. Çocuklar peşimizde. Onların resimlerini çekiyorum, ekrandan kendilerini gördüklerinde mutlulukları tarif edilir gibi değil. Bir ara çocukluğumuzda oynadığımız misket oyununa benzer bir oyunlarına denk geliyorum. Yalnız onların misketleri yok, taşlardan yaptıkları oyuncaklar ile oynuyorlar. Oyunlarına dâhil oluyorum. Bana bakıp bakıp gülüyorlar. Biraz koşuyorum onlarla. Ama aşırı nem daha fazla müsaade etmiyor onlarla oynamama. Çocuklar… Yaşanan soykırımdan en çok etkilenen onlar olsa da, yokluk içinde mutlu olmayı becerebiliyorlar. Bugün onRahle

ların anlatacak bir hikâyeleri oldu ve bu hikâyenin içinde bir figüran olmanın mutluluğunu yaşıyorum. İsimlerini soruyorum: “Kumar Namke?” “Namke: Muhammed OSMAN, Muhammed ALİ, Hatice AİŞE, Esma NUR…” Gülüyorlar. Onlar güldükçe ben de gülüyorum... Ama yoklukları, yoksunlukları, başlarının okşanmaya muhtaç oluşu ziyadesi ile yaralıyor beni. Ve artık ayrılma vakti. “Yine geleceğiz, ateş almaya gelmedik, biz gideceğiz başka kardeşlerimiz gelecek sizinle kucaklaşmaya, yetimlerinize sahip çıkmaya… Hey çocuklar! Yine oynayacağız sizinle!” diyesim geliyor. Ekibimize bakıyorum, hepsinin yüzünde aynı hüzün ve burukluk. Kimi arkadaşlarımız gözyaşlarını saklamaya çalışsa da bu artık hiçbirimiz için pek mümkün olmuyor. Bizi yine selamlarla uğurluyorlar. Arabalarımıza binip otele doğru yola çıkıyoruz. Dinlenmeliyiz… Birçoğumuz 48 saati aşkındır yollardayız ve birkaç saatlik uykumuz var. Dinlenmeliyiz, daha gidecek birçok mülteci kampı ve yapacak çok işimiz var… Otele geri döndüğümüzde her birimizin üzerine sinmiş olan derin hüzün, acı, öfke, yorgunluk ve uykusuzluğumuz ile birleşince derin bir gündüz uykusuna dalıyoruz. İftar vakti Bangladeş’te 18.30’da olduğundan iftar için uyanıyoruz. Ekipteki tüm arkadaşlarımız iftar sonrası toplanıyor ve ilk günün istişaresini yapıyoruz ve ardından edindiğimiz izlenimleri internet ortamında paylaşma telaşına düşüyoruz. *** Ertesi gün İHH’nın Bangladeş’te yaptırdığı kalıcı çalışmaları ziyaret etmek için yeni-

~58~

den yollara düşüyoruz. Dünün yorgunluğu nispeten hafiflediğinden ellerim deklanşörde, Bangladeş sokak ve caddelerini fotoğraflıyorum. 2 saat süren bir yolculuk sonrası Aziz Nagar bölgesine ulaşıyoruz. Burada “Madrasah Uloomeddınah” (Dini İlimler Medresesi) adıyla faaliyetini 25 yıldır aralıksız sürdürmeye çalışan 600 öğrencinin öğrenim gördüğü medresede, İHH’nın açtırmış olduğu su kuyusunu ziyaret ediyoruz. Burada su kuyusu açtırılmadan önce 600 öğrencinin temiz su ihtiyacı 250 m öteden kovalarla taşınarak sağlanıyormuş. Şimdi ise açtırılan kuyu sayesinde medrese bahçesine yaptırılan şadırvan sayesinde öğrenciler sutaşıma çilesinden kurtarılmış. Dua ediyoruz, hayır sahiplerine. Bir kez daha müşahede etmek imkânı buluyoruz ki; su kuyusu açma projesi hayati bir öneme haiz. İHH’nın dünyanın birçok bölgesinde açtırmış olduğu su kuyuları var. “Su Gibi Aziz Ol” kampanyası sayesinde Türkiyeli hayırseverler kendi adlarına da su kuyusu açtırabiliyor. Medreseden ayrılıp yine Aziz Nagar bölgesindeki bir başka köye geçiyoruz. Burada İHH’nın Türkiyeli hayırsever bir ailenin

bağışı ile yaptırmakta olduğu inşaatı tamamlanmak üzere olan bir camiyi ziyaret ediyoruz. Köy halkı bizi iki sıra halinde kortej eşliğinde karşılıyor. Türkiye’den geliyor olmamız onlar için fevkalade öneme haiz. Sarılıp kucaklaşıyoruz her biriyle. Cami Bangladeş mimarisine uygun olarak inşa ediliyor. Düz çatılı olan caminin, geniş bir cemaat alanı mevcut. Ve tamamlanmasına 1-2 ay bir süre kalmış... Akşam iftar vaktinin yaklaşmış olması münasebeti ile ziyaretimizi sonlandırıp otele doğru yola çıkıyoruz. Bangladeş trafiğinin karmaşası içinde korna seslerinin estirdiği terör eşliğinde iftarımızı yolda açıyoruz. Otele döndüğümüzde artık ertesi günün planlamasını yapıyoruz. *** Ertesi gün sabah 06.30’da otelden ayrılıp yola koyuluyoruz. Hint Okyanusu kıyısına paralel bir yoldan 2 saate yakın bir yolculuk sonrası KUTO PALANG UN REGİSTED CAMP’a varıyoruz. Kuto Palong mülteci kampı 20 yıl önce BM tarafından kurulmuş bir kamp. Fakat bugün itibariyle BM mezkûr kampı kaderine terk etmiş durumda. Bu kamp da -DELA Kampı gibigayr-i resmi bir kamp. Kısa adı “TİKA” olan Türkiye İşbirliği Kalkınma Ajansı’nın kumanya dağıtımını İHH üstlenmiş durumda. Çünkü İHH’nın bölgedeki tecrübesi ve profesyonelliği üst düzeyde. Kamp çok geniş bir alana yayılış gösteriyor. 7200

~59~

Kış 2013

ailenin barınmaya çalıştığı kampın genel hali içler acısı. İHH Arakan Bölge Sorumlusu Recep GÜZEL: “Dünyada gördüğüm en kötü mülteci kampı burası...” diyor ve ekliyor “Kampın durumu felaket…”

tekbir getiriyor. Bu manzara tüylerimizi ürpertiyor. Ben de çocukların arasına girip onlarla birlikte bağırıyorum: “Allah-u Ekber, La İlahe İllallah!” Bütün kamp çocukların tekbir sesleri ile yankılanıyor.

Dağıtımlar yine hiçbir kargaşaya imkân bırakılmaksızın büyük bir titizlikle profesyonelce yapılıyor. Kamyonların kamp içine girmesinin yol olmamasından dolayı, mümkün olmadığından, dağıtım yol üzerinde yapılmak zorunda. Kumanyasını alan Arakanlı Mülteciler kamp içerisine yaklaşık 1 km yolu sırtlarındaki yükle yürümek zorundalar. Ama onlar için hayati öneme haiz bu kumanyaya ulaşmak onlar için büyük bir mutluluk kaynağı. Yüzlerce metre kuyruk oluşuyor kumanyaları almak için. Kumanyalarını alan mülteciler sevinçle kampa doğru yol alırken, kamp içerisinden de yüzlerce Arakanlı mülteci dağıtım noktasına koşarak geliyor. Bütün bu telaş, bir aylık gıdanın temini için yapılıyor. Onların bizim gibi 3 öğün yemek yeme alışkanlıkları yok. Bir öğün buldular mı kendilerini nasipli sayıyorlar.

Bir ara yanımıza ihtiyar bir Arakanlı mülteci sokuluyor. Selam veriyor. Aklımdan o dakika yanımıza sokulup bizden kendi dilinde bir şeyler talep eden herhangi bir mülteci kardeşimiz olduğu geçiyor. Çok geçmeden yanıldığımı anlıyorum, büyük bir mahcubiyet duyarak. Amca ekibimizden bir arkadaşımızın göğsüne yaslanıp sıkıca sarıldıktan sonra hıçkırıklara boğuluyor. “Sabren cemile, Allah Kerim” diyerek O’nu teselli etmek derdindeyiz. Lakin mümkün değil; gözyaşları durmuyor. Soruyoruz, neden bu kadar iç çekerek ağlıyor? Diyorlar ki: “Arakan’da Burmalı katil Budistler 5 oğlunu birden hunharca katletmiş, 65 yaşında ve şimdi kimi kimsesi yok…” Şimdi kimsesiz kaldım, diyerek ağlıyor. “Biz seninleyiz, senin çocukların biziz!” diyoruz. İyice aklaşmış sakallarını sıvazlıyorum. Birkaç kare alıyorum ve artık deklanşöre daha fazla basamıyorum. O ağladıkça bizim de gözyaşlarımız onunkine karışıyor, ekibimiz Arakanlı mültecilerle birlikte gözyaşlarına boğuluyor...

Kamp içerisine doğru ilerlediğimizde mihmandarlarımızdan biri Arakanlı Mültecilere bizim Türkiye’den gelen Müslümanlar olduğumuzu söylüyor. Yoksa içeri girme şansımız yok. Kampın belki de en orta yerindeyiz. Etrafımızda yüzlerce Arakanlı mülteci çocuk doluşuyor bir anda. Kimileri nasipli, üzerlerine giyebilecekleri bir parça kıyafetleri var parça parça olsa da. Kimilerinin ise üzerleri tamamen çıplak durumda. Ve hiçbirinin ayakkabısı yok. Hepsi çamur içinde yalın ayak yürümek zorunda. Bir ara Pakistan asıllı İngiltere vatandaşı bir aktivist olan Chakil çocuklarla birlikte Rahle

Birkaç dakikalık durgunluk sonrası mihmandarımız kalabalığı yararak yanımıza geliyor ve ısrarla onunla gitmemizi istiyor. Peşine düşüyoruz. Bir anda karşılaştığımız manzara bizi iyiden iyiye hüzne ve gözyaşına boğuyor. Bir adam henüz 20’li yaşlarının sonunda bile olmayan bir kadıncağızı kucağında taşıyor. Kadının ismi Noor ASHAH, kucağında kendisini taşıyan ise kocası Cafer MİAH. Evlerine yapılan saldı-

~60~

çiyor: “Allah Azizdir, intikam alıcıdır. Allah’ım sen mazlumların intikamını al!”

rıda çıkan yangında çocuklarını kurtarmak pahasına ayak kemiğine kadar yandığını hissetse de evden ayrılmıyor. Maalesef çocuklarından 3’ü yanarak hayatını kaybediyor. Yanarak can veren çocukların yaşları ise 5’in altında… Olaydan sonra çocuklarının naşını dahi defnedemeden yanık ayağı ile günlerce yol yürüyüp NAF Nehrine ulaşıp Bangladeş’e kaçıyorlar kalan 2 çocukları ile birlikte. Kampın gayr-i resmi olması münasebeti ile hiçbir surette tıbbi müdahale imkânı bulamadıklarından günler boyu acı içinde kıvranmak zorunda kalıyor. Ekibimiz Arakanlı mülteci anneyi bölgedeki özel bir hastaneye kaldırıyor. Şükürler olsun acısı dindi diyoruz ama, birkaç saat sonra gelen haberle yıkılıyoruz: Hastanede yapılan müdahale sonucu doktorlar aşırı doku kaybı ve enfeksiyon riskinden dolayı ayak bileğinden kesilmek zorunda. Aklımdan yalnızca bir cümle ge-

Kamp içerisinde hangi Arakanlı mülteciye dokunsak hepsinin bir hikâyesi var. Ya kızları tecavüze maruz kalmış, ya çocukları yakılmış, ya kocaları hunharca katledilmiş, ya bir yakını işkence altında can vermiş, ya da… Tam anlamıyla dağılmış bir vaziyette kaldığımız otele dönüyoruz. Ekibimizden kimsenin ağzını bıçak açmıyor. Ekip başkanımız, konvoyumuzu Hint Okyanusu sahilinde durduruyor. Nefes almalıyız. Boğulacağız. Sahile inip avazım çıktığı kadar bağırmak istiyorum. Sahilde de çocuklar var. Yoksulluk her yerde. Çocukların oyunlarına karışıyorum. Onların kahkahaları dalga seslerine karışıyor. Bir nebze olsun hafiflemek güzel… *** Bir sonraki gün İHH’nın yine Aziz Nagar bölgesinde bir hayırsever vasıtası ile yaptırmış olduğu Arakan’lı 42 yetimin kendisine yuva bildiği DARUL İMAN YETİMHANESİ’ne gidiyoruz. Buradaki Arakanlı çocuklar hem öksüz hem yetim. Demir büyük bir kapıdan içeri girdiğimizde Yetimler bizi ellerinde çiçeklerle adeta kortej eşliğinde karşılıyor. Bizim için demetlenmiş çiçekleri alıp her birini kucaklıyoruz. Kamplarda şeker ve balon dağıtımı ciddi izdihama sebep olacağından yanımızda getirdiğimiz balon ve şekerleri bu yetimhanede kendilerine dağıtıyoruz. Çocukların mutluluklarına diyecek yok. Kimisi küçücük ellerine gizlemeye çalıştıkları şeker ve balonlarla tekrardan sıraya giriyorlar. Ne var ne yok veriyoruz onlara. Bu yetimhanedeki tüm çocukların aileleri

~61~

Kış 2013

İHH’nın “Bir Yetimin Elinden de Sen Tut” adlı kampanyasına katılan Türkiyeli hayırseverler. Hepsinin üzeri pırıl pırıl. Ayakkabıları yeni. Hedefleri büyük. Türkiye’de okumak istiyorlar. Kimi mühendis olmak istiyor, kimi doktor. Kimi de bizim gibi insanlara yardım etmek istediğini söylüyor. Yetimhane; bir sınıf, bir yemekhane, mescit ve yatakhaneden ibaret. Ve bir de büyükçe bir bahçesi var. Her birini öpüyor, kokluyor ve yeniden yollara düşüyoruz. Yetimhanenin bulunduğu köye çok yakın bir köye geçiyoruz. Burada da İHH’nın yapımını üstlendiği bir cami var. Henüz temeli atılmış. Bu köyde cami olmadığından bu proje onlar için çok önemli. Köye girdiğimizde köy halkı bizi çiçeklerden yapılmış büyük kolyelerle karşılıyor. Her birimizin boynuna asıyorlar bu çiçekleri ve alkışlıyorlar. Sarılıyoruz kardeşlerimizle ve onlara da Türkiyeli Müslümanların selamını iletiyoruz. Burada bulunan ve bambudan yapılmış derme çatma mescitte öğle ve ikindi namazlarımızı cem ederek kılıyoruz. Selamlar ve el sallamaları eşliğinde bölgeden ayrılıyoruz. Otele Rahle

geldiğimizde mihmandarlarımızdan birinden gelen bir telefonla heyecanlanıyoruz. Arakan’dan kaçıp Bangladeş’e geleli henüz 3-4 saat olan, Arakanlı mülteci bir gencin yanımıza getirileceğini söylüyor, telefondaki sesin sahibi… Kısa bir bekleyiş sonrası, mihmandarımız Reyhan, beraberinde genç bir delikanlı ile kaldığımız otelin lobisine giriyor. Delikanlının üzerinde yeni giysileri mevcut, saçları taranmış. Üzerinde bir yolculuk emaresi yok. Lakin yüz hatlarındaki belirgin gerginlik ciddi bir travma yaşadığının ipuçlarını daha ilk bakışta veriyor. Yanımıza gelmeye tereddüt ediyor. Biliyor ki Bangladeş Polisi tarafından yakalanırsa sınır dışı edilecek ve döndüğünde öldürülecek. Reyhan bizi Türkiyeli Müslümanlar olarak tanıttığında, rahatladığını gevşeyen yüz hatlarından anlıyoruz. Sımsıkı sarılıyoruz ve ona “bizden sana zarar gelmez” mahiyetinde İngilizce bir şeyler söylüyoruz. Reyhan’a mülteci delikanlı ile mülakat yapıp yapamayacağımızı sorup olumlu cevap alınca, soruları yavaş yavaş ve bazen hıçkırıklara boğularak cevaplıyor delikanlı. Biz ise soğukkanlılığımızı muhafaza etmeye çalışıyoruz. Devam ediyor anlatmaya: “Hükümet Arakanlı genç insanların tutuklanmasını emretmiş. Anne ve babam: “Neslimizin devamı sana bağlı, biz buradan kaçamayız artık yaşlıyız, kaç ve kurtul” dediler. Bir karar vermek zorundaydım. Bir gece yol

~62~

çıktım. NAF Nehrine ulaşmak için 8 gün aç bir şekilde yürüdüm. Polislerden, askerlerden ve Rakhineli Budistlerden saklanarak nehre ulaştım. Bir kayıkçıdan yalvararak beni karşıya, Bangladeş’e geçirmesini istedim. Yakalanırsam öleceğim dedim. O da hayatı pahasına kabul etti ve buraya geldim. Hayattan hiçbir beklentim yok. Anne ve babamın akıbetlerini bilmiyorum, onları görebilir miyim, onu da bilmiyorum.” Dinlediklerimiz bizi şoka sokuyor. Kimsenin söyleyecek hiçbir sözü yok. Günlerdir zaten gece uykusu uyumayan ben bir geceyi daha uykusuz geçirmeye hazırlanıyorum. Artık onu daha fazla yormak istemiyoruz. Bizden ayrılınca, mülakatı anında Türkiye’ye ulaştırma derdine düşüyoruz. *** Gecenin ilerleyen saatlerinde yeni bir mülteci grubun NAF Nehrini geçmekte olduğu haberini alıyoruz. Sahurdan sonra onları nehir kıyısında karşılamak ihtimalimiz doğuyor. Fakat Reyhan bunun çok tehlikeli olacağını, mültecilerin hayatını da riske sokacağını söylediğinden onları güvenli bir bölgede karşılamaya hazırlanıyoruz. Karşılama sonrası Türkiye’ye dönüş vaktimiz geldiğinden acele bir şekilde uçağımıza yetişmemiz gerekiyor. Bunun için planlanan vakitte yani gece 04.00’da yollara düşmemiz gerekiyor. Nihayet hareket vakti geldiğinde ekibimizle son kez birlikte yollara düşüyoruz. Gün yeni ağarmak üzere iken yağmur ormanlarının yemyeşil manzaraları eşliğinde yeni gelen Arakanlı mültecilerle buluşacağımız noktaya doğru ilerliyoruz.

2,5 saati bulan bir yolculuk sonrası bir köyün içindeki bahçeli bir köy evine giriyoruz. Eve girer girmez karşımızda mülteci kadınları buluyoruz. Her birinin yüzünde peçe var. Peçe onlar için geleneksel bir örtünme şekli olduğu kadar, Bangladeş’te emniyetleri açısından hayati bir öneme haiz. Arakanlılar her ne kadar ten renkleri ile Bangladeş insanlarına benzese de, elmacık kemiklerinin çıkık olması münasebeti ile Bangladeşlilerden ilk bakışta hemen ayırt edilebiliyorlar. Bangladeş emniyet ya da istihbaratı tarafından fark edildikleri anda ise sınır dışı ediliyorlar. Bu ise onlar için felakete yeniden dönüş anlamı taşıyor. Geri gönderilen mülteci kadınlar sistematik olarak tecavüze uğruyorlar. Bunu bilen birçok Müslüman Arakanlı kadın, iffetlerine halel gelmesin diye, kendilerini gemilerden NAF Nehrinin soğuk sularına bırakarak yaşamlarına son vermişler. Şu anda NAF Nehri üzerinde 1200 civarında Müslüman Arakanlının naşının yüzdüğü söyleniyor. Hemen acil yardım malzemesinin dağıtımına başlıyoruz. Yardım paketlerinde mutfak malzemesi, hasır, branda, kadınlar için 3 parçadan oluşan geleneksel kıyafet ve bir parça çocuk-bebek kıyafeti var. Aynı zamanda Bursalı hayırseverlerden topladığımız fitreleri de burada ilk elden dağıtıyoruz. Kadınların hemen her birinin kucağında bebek denecek çağda çocukları var. Yüzlerinden yorgunluklarının izleri okunuyor. Birçok bebek annesinin kucağında uykuya dalmış. Kim bilir neler düşlüyorlardır diye soruyorum kendime. Çocuklarım gözümün önüne geliyor. Birçok bebeğin uyurken resmini çekiyorum. Yine

~63~

Kış 2013

doğru havalanıyoruz. Kalbime Arakanlı kardeşlerimize dair binlerce hatırayı, hüznü, heyecanı, korkuyu, öfkeyi, çocukların saflığını, kadınların iffetini, NAF Nehrinin üzerinde Arakanlı kardeşlerimizin naaşlarının yüzdüğü soğuk sularını ve gördüğüm her Arakanlı kardeşimin, her birinin kadın, çocuk, genç, yaşlı, kim varsa, bizi gördüklerinde “es-selamu aleykum ve rahmetullah” deyişlerini doldurdum. Gördüğüm manzaralar karşısında çoğu kez kendimi tutamadım, tutmadım. Döndüğümde ise sırtımdaki yükün ağırlığını tüm dostlarımın kalbine paylaştıracağım. Yoksa bu kadar hüzün ve öfke ile nasıl yaşanacağına dair hiçbir fikrim ve tecrübem yok. Son söz olarak, Akif Emre’nin yazdığı o muhteşem yazıya ve sorduğu çarpıcı soruya cevaben kendi adıma şöyle diyorum: ARAKANLILAR BİZİM HER ŞEYİMİZ OLUR! NOT:

kendi kendime şöyle diyorum: Yüce Allah masumiyeti yalnızca bebeklerin üzerinde yaratmış olmalı… Hiçbir şeyden haberleri yok. Birçoğunun babası katledilmiş, birçoğunun babasının akıbeti belirsiz. Kucağıma bir kız çocuğu alıyorum, ismi Esma Nur imiş. O da bir yetim. Henüz 1 yaşında. Kocaman gözleri ile etrafını şaşkın şaşkın izliyor. Ve onun gibi niceleri… Ve son görevimiz de tamamlamış oluyoruz. Artık geri dönüş vakti. Acele ile bölgeden ayrılıyoruz. Otele gidip eşyalarımızı toparlayıp Cox’s Bazar’dan Başkent Dakka’ya doğru uçuyoruz. Ve bir Cuma sabahı geldiğimiz Bangladeş-Arakan sınırından, yine bir Cuma akşamı Türkiye’ye Rahle

Arakan, Asya kıtasının güneyindeki Pasifik Bölgesinde, Myanmar’a (Burma) bağlı küçük bir toprak parçasıdır. Birleşmiş Milletler (BM) raporlarına göre; Arakan Müslümanları dünyada en fazla zulüm ve baskıya uğrayan toplumdur. 1942 yılından -dünya savaşlarının ardından İngilizlerin bölgeyi terk etmeye başladıkları seneden- günümüze kadar yarım milyondan fazla Müslümanın katledildiği tahmin edilmektedir. Budist çeteler ve Burma güvenlik güçleri tarafından zulme uğrayan Arakanlıların bugün dünya genelinde 4,5 milyon olduğu ve bunun yalnızca 1,2 milyon kadarının Arakan bölgesi sınırları içersinde tutulduğu, diğerlerinin ise değişik ülkelerde kaçak mülteci konumunda olduğu tahmin edilmektedir. Yine araştırmalara göre; Arakan topraklarında bol miktarda doğalgaz ve petrol yatakları tespit edildi. Amerika Birleşik Devletlerinin bölge üzerinde bir üs kurmak için görüşmelere başladığı biliniyor. (Editör)

~64~

AHLAK AYAKLANMASI (LÜTFİ BERGEN) Y. Emre Kırmızılı

Kitap

Ö

n Bilgi:

Bireylerin inanç ve pratiklerinde bir tür “süs” olarak addedilen ahlak, buradan öteye geçemediğinde; babadan kalma, donuk, pasif bir olgu kalıbına sokulur. “Ahlakî sınırlandırmalar ancak kültürel bir düzenleyicidir” denilerek küçümsenir; artık, dileyen dilediğini yapar bir hale gelir. Bilhassa zengin ve kodaman tabakasının başını çektiği müthiş bir rant göze çarpar bu “serbest ortam” içersinde. Çok geçmez, kısa bir süre sonra, bir tarafta çıkarcı-zorba tayfası oluşur, diğer tarafta ezilen-mazlum bir kesim… Neticede, İslam’ın va’z ettiği ahlak yaşantısı pratiğe dökülmediğinde ortaya çıkabilecekler, toplumsal bir çöküntüye de zemin hazırlar. Oysa ahlak, özünde, herkese adil olan, toplumu adaletle yöneten ve ona hak ile hükmeden, tüm birey ve cemaatleri kapsayan bir hakikattir. O aynı zamanda insanı -sorumlulukları itibariyle- diri tutan, onu hareketlendiren, işlevsel ve eylemsel yönü olan bir cevherdir… İçerik: Kitabımız bu tespitlerden hareketle kaleme alınmış, birbiriyle ilintili 27 adet makaleden oluşan bir kitaptır. “(Başlık tabiri burada) ahlakî ilkeleri olanların isyanı, talanı, Vandalizm’e sapmaları anlamında kullanılmamıştır. Bilakis ahlakın kendi umdeleri çerçevesinde doğrulması, ayaklarının ~65~

Ahlak Ayaklanması, Lütfi Bergen, Ayışığı Yay. 166 sf. 2012 İstanbul.

üstüne basması ve yürümesi anlamındadır. Buna göre ahlak, bir teori veya ideoloji olmaktan çok, bir metod olarak ortaya çıkar.” (sf. 188-189) Yazarımız Lütfi Bergen, her şeyden önce, siyer-i nebî’yi ana malzeme olarak kullanmakta; pek çok tespiti Muhammedî uygulama ve peygamberler tarihinden anahtar misallerle anlatmaktadır. Risalet öncesi ve sonrası gelişen bazı hadiselerden edindiği çıkarımları da günümüze taşımış... Gayesi; ahlakı tamamlamak üzere gönderilmiş bir peygamberin bu hareketini devam ettirebilmek, geçmişin ışığında günümüzü aydınlatmak ve sorgulamak, tüm bir çabayla “ahlak toplumu” oluşturabilmektir. Bunun için dikkatimizi çeker: “Nebiler, toplumun ahlak dışılığını tamir etme misyonunu yüklenmişlerdir. Çünkü toplumsal ahlaksızlığın kökeni şirktir. Bu anlamda ahlak taleplerini karşılayacak söylemle ortaya çıkmazlar…” (sf. 10) “Peygamberlerin davetinin içeriği toplumun ahlaksızlığını veya zulme uğramışlığını konu edinmiyordu. Fahişelere, proleterlere, kumarda aldatılmışlara, mazlumlara, kader mahkûmlarına yönelen kurtuluş çağrısı değildi. Ama nebiler ve ashabları “temiz” kalan, zulme güçleri yettiği halde zulmetmeyen varlıklar olarak tezahür ediyordu…” (sf. 11) Rahle

“Resuller ahlak davası gütmemekle beraber iman, tıpkı üzüm salkımındaki dane misali, küre-i cüz-i ahlak esasları vermiştir. Hiçbir resul (lâfzen) “ahlaklı olun” emrini vermediği halde, (kendi) ahlakıyla, ahlaksız bir yaşam şekline göz yummadı. Bu, imanın ancak kendi ahlakıyla var olabileceğinin kanıtı gibidir…” (sf. 29) “İman ancak yüksek karakterli ve nefislerdeki zaafı kolayca aşabilen bireylerde tecelli edebilir. Bu cümleden hareketle, ahlak -bize göre- imanın aradığı bir şeydir ama hedeflediği bir şey değildir. Ve keza iman ahlaktır, ama ahlak iman değil.” (sf. 30) Kitapta ayrıca, imanla birlikte iç içe olması beklenen ahlakın, yaşamın her anına ve meşguliyetine taşındığını söyleyebiliriz. Örneğin; kapitalizmde, iş hukukunda, devlet yasalarında, Marksist-komünist anlayışta, liberal ekonomide, tasavvufî arınmada, modernleşmede, vb. ahlakın yeri, tutumu, ilişkisi, irtibat ve yönelimi nedir? Ne olmalıdır? Nasıl gelişmelidir? sorularına nebevî bir metotla cevap aranıyor.

~66~

Özellikle (Türk-İslam-Liberalist olarak tanımladığı) İslamcılığın ve İslamcıların sıkı bir eleştirisi yapılıyor. Vurgu: Yazara göre; Türkiye’nin son otuz yılına damgasını vuran teknolojik modern hayat saplantısı, “Müslümanım” diyen bireylerde kimlik çözülmelerine, akabinde fıtrî ahlaklarının tahribine ve zamanla çözüm adına bir şeyler ürettikleri zannına kapılıp gerçekte maalesef vahiyden-İslam’dan kopup gittikleri bir toplum meydana getirmiştir. “Bence asıl neden İslamcılığın dünyevî emellerin kullanabileceği referansların tümünü kendi içinde barındırabilmesi, ama kendisinin toplumsal hiçbir kesimin “yaşam biçimi” şeklinde temayüz edememesidir.” (sf. 51)

lımcı bir değişim rüzgârının merkezi konumuna itmesi anlamına gelmektedir. Öyleyse Müslüman, bu merkezde, sadece “iyiyi-doğruyu-adaleti” içinde barındırdığından bir güç ve izzet bulacak, aciz ve mustaz’af (ezilmiş) dahi kılınmış olsa, Allah’ın vaadinin nasıl gerçekleşeceğini görecektir. Nitekim Kur’an-ı Kerîm’de şöyle geçer: “Allah, içinizden inanıp yararlı iş işleyenlere, onlardan öncekileri halef kıldığı gibi, onları da yeryüzüne halef kılacağına, onlar için beğendiği dini temelli yerleştireceğine, korkularını güvene çevireceğine dair söz vermiştir. Çünkü onlar Bana kulluk eder, hiçbir şeyi Bana ortak koşmazlar. Bundan sonra inkâr eden kimseler, işte onlar artık yoldan çıkmış olanlardır.” (Nur, 55) Lütfi Bergen Kimdir?

Yine yazara göre; Çektiğimiz şu sıkıntılar -yani ülkenin genelinde nüfuz bulmuş ahlak dışılık- artık beraberinde bir huzur getirmelidir. “İyilik kendi başına doğruluk ve ahlak halinde zuhur etmeli” ve bu davanın adamları, ahlakı bir kullanıcı, bir araç olmaktan ziyade, insan tabiatından gelen bir muharrik (harekete geçirici) olarak bilmeli, “ama biz peygamber değiliz ki, onun zorluklara göğüs germesi bize örneklik teşkil etmez” sözlerinin arkasına kaçınmamalıdır. Çünkü geçmişin sayısız “ahlak eri” ayakta durabilmeyi başarmış, “ahlak toplumu” oluşturabilmişlerdir. Ahlakın belli bir vatanının bulunmaması, belli bir coğrafyaya ve tarih ile sınırlandırılmaması, onun, her toplum ve her mekânda Müslümanı yeni ve atı-

1964 Ankara doğumlu. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu. Ticaretle uğraştı. Yazıları ilk kez Dergâh Dergisi'nde yayınlandı. Bilahare aynı yayınevinin Ülke dergisinde de haftalık yazılar yazdı. 1996'da yazılarını "Azgelişmişlik Üstünlüktür" ismiyle kitaplaştırdı. Yine aynı sene Haluk Burhan müstear ismiyle Umran Dergisi'nde yazmaya başladı. Buradaki yazılarını 1999'da "Ahlak Ayaklanması" kitabında topladı. Son dönemde yazılarını çeşitli internet sitelerinde ve HECE, HECE ÖYKÜ Dergisi'nde yayınlamaktadır.

~67~

Kış 2013

TEHLİKELİ OYUNLAR (OĞUZ ATAY)

Kitap

Hakan Kolsuz

Y

irminci yüzyılda bu topraklarda yetişmiş en önemli edebiyatçılardan biri olan Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’dan sonraki 2. romanı olan bu kitap İletişim Yayınları arasından çıkmaktadır ve 472 sayfadır. Post-modern tarzda kaleme alınmış bu eser Türk edebiyatını zenginleştirmiştir. Halen edebiyat çevreleri tarafından, bu topraklarda yazılmış, bilinç akışı yöntemini en iyi kullanan edebi eserlerden sayılmaktadır.

Tehlikeli Oyunlar, Oğuz Atay, İletişim Yay. 479 sf. 2012 İstanbul.

Afşar Timuçin, Atay’ın bu kitaptaki tarzı ile alakalı şunları söyler: “İnsan yaşamının olgularını -daha çok ruhsalımızın olgularını- doğdukları anda saptamaya ve belirlemeye çalışan, bu olguları önceden iyice düzenlenmiş, ilkeleri ve kuralları iyice belirlenmiş bir mimarlığın yasalarına göre değil de kendiliğindenliğin savruk çarpıcılığına göre ve bir çeşit çağrışım düzeninde ama elbette tasarlanmış bir çağrışım düzeninde bir araya getiren bir anlatım tekniği geliştirmişti.” Romanın baş kahramanı Hikmet Benol’dur. Hikmet en önemsiz görünen hadiseleri bile oyun (tiyatro oyunu) haline getirerek, çevresine bu oyunları aktaran entelektüel bir kişidir. Hikmet çalışmayan, eşinden ayrı yaşayan bir adamdır. Yazar kitap çıkmadan önce verdiği bir röportajda bize onu şöyle tanıtır: “Selim’le oldukça güç bir tip, yani olumlu insan -bir bakımadenemiştim. Şimdi sürekli olumsuz bir tip düşünüyorum. Kü~68~

çük hesapların olumsuzluğunu. Kimsenin okumadığı kitapları okuyan, kötü yaşayan bir adam. (...) Aşağılık bir adam. (...) Hikmet farkında. Fakat kötülüklerine engel olamıyor.” Aslına bakılırsa Atay’ın diğer kahramanları gibi Hikmet de bir anti-kahramandır. Topluma rol model olamayacak tarzda bir adamdır. Hikmet kendi bunaldığı dünyasından kurtulmak için bir gecekondu mahallesine taşınmıştır. Burada alt komsusu dul kadın Nurhayat Hanım ve üst komsusu emekli Albay Hüsamettin Tambay’la birlikte yaşamaktadır. Roman karakterleri bu üç şahısın tanıdıkları ve evin çevresinde bulunan esnaftan oluşmaktadır. Hikmet iç çekişmelerini sürekli albaya anlatmaktadır; bazen bunu kafasında yapmakta (kendi kendine) bazen de gerçekten albaya anlatmaktadır. Hikmet her ne kadar ‘kötü’ olsa da sürekli kendisiyle hesaplaşan bir insandır. Bu aydın insanın kendisine, çevresine, topluma yaptığı eleştiriler bir bakıma o dönemki aydın kişilere yöneltilmiş eleştirilerdir. Aydın kişinin bunalımlarını, gel-gitlerini ironi yeteneği ile romana aktarmış Atay. Klasik roman üslubunun dışında olan bu eserin değerli olan yönü olay örgüsünden ziyade, yapmış olduğu psikolojik ve sosyolojik tahlillerdir. İnsanın kendisi ile çekişmesini; yalnızlığın, anlaşılamamanın hissettirdiği şeyleri; insanların kendine yabancılaşmasını kendine özgü dile ile anlatmıştır. Kitabın 14. kısmı olan Büyük Oyun’da “ülkemiz büyük bir oyun yeridir” diye başlayıp ve ülkemizin kendine özgü durumundan, bizim gibi az gelişmiş ülkelerinden durumundan bahsederken şu sosyo-

lojik tespitlere yer vermektedir: “Afla birlikte şartları da düzeltmek gerekiyor albayım. Yoksa serbest bırakılanlar ümitsizlikten, yapacak başka bir şey yapmadan yaşanamayacağı için, iyi bir şey yapmasını öğrenmedikleri için ve kötü bir şey yapmaktan başka çareleri olmadığı için aynı suçları tekrar işlerler. Genel af, aslında değişik bir işkence yoludur. Yoksa affederler miydi? Dünyada bedava hiçbir şey yoktur albayım.” 15. kısım olan “En Büyük Hazinemiz Aklımızdır”da ise insanın çoğunlukla farkında olmadan yaptığı kendini gösterme çabasına ise şu cümlelerle eleştiri getirir: “Nurhayat Hanım hiç söze karışmaz; aman işte biri konuşmağa başladı varlığını ortaya koydu, dur ben de bir şeyler söyleyeyim kişiliğimi göstereyim gibi küçük çabalamalar içinde değildir dul kadın.” Oğuz Atay’ın bu güzide eseri insan zihninin kıvrımlarında seyahat etmeyi seven okurun beğeneceği türden bir kitap olarak karşımızda durmakta. Oğuz Atay kimdir? 1934’de Kastamonu’da doğmuş, 1957’de İTÜ İnşaat Fakültesi’ni bitirmiş, üç yıl sonra Yıldız Teknik Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olmuştur. 1975’de doçentlik unvanını almıştır. Henüz 36 yaşında ilk romanı “Tutunamayanlar” ile Türk edebiyatında bir dönüm noktası olarak görülmüş ve TRT Roman Ödülü’nü kazanmıştır. Bunu “Tehlike Oyunlar” adlı romanı takip etmiştir. Öykülerini “Korkuyu Beklerken” adlı eserinde toplamıştır. Hocası Mustafa İnan’ın hayatını, “Bir Bilim Adamının Romanı” adlı biyografisinde anlatmıştır. Devlet Tiyatrosunda sahnelenen bir de oyunu mevcuttur. 1977 yılında vefat etmiştir...

~69~

Kış 2013

SURİYE’DEKİ DİRENİŞİ SELAMLIYORUZ!

Bildiri

Rahle Yayın Kurulu

S

anayileşme ile çağın önüne geçen ve maddî gücü eline geçiren Batılı Devletlerin önündeki en temel problem, hammadde kaynaklarına erişim ve bu kaynakları elinde tutanların kontrol edilmesiydi. Bu amaçla seferber olan Batı, Osmanlı Devletinin tasfiyesi, İslam Ümmetinin ayrıştırılması ve bağımlı bir hale getirilmesi amacıyla çalışmalara başladı. Osmanlının yönetimsel zaafları, mezhepsel farklılıklar, ekonomik değerlerin paylaşımı, kavmiyetçilik ve hatta aşiretçilik gibi tarihsel alt yapısı bulunan argümanlar kullanılarak atılan fitne tohumları, Birinci Dünya Savaşı’nın ardından mahsullerini verdi ve İslam Coğrafyası kâfir emperyalistlerin insafına terk edildi. Orta Doğuyu dizayn eden güçler, bu coğrafyada kendilerine hizmet edecek yöneticileri iktidara taşıdı. Bunu yaparken aradıkları en temel özellik, bu kişilerin kendilerine karşı ayak direyip, başkaldıramayacak kişiler olmasıydı. Bu amaçla hemen hemen her yerde azınlık nüfusa sahip alt topluluklar seçildi. Tercihlerini, mezhepsel veya ırkî bir temele dayandırmadan, kontrolden çıkmayacak, daha doğrusu çıkamayacak kişilerden veya zümrelerden yana kullandılar. Geçen yüzyılda bu coğrafyada görevlendirilen iktidarlar, efendilerini rahatsız edecek her türlü oluşumu engellemek için seferber oldular. Özellikle İslam eksenli bir uyanışın (nelere mal olacağını iyi bildiklerinden olsa gerek) ve her tür~70~

lü İslamî oluşumun önünü kesmek için bütün yolları denediler. Zindanlar, darağaçları, sürgünler, bombalamalar ve hatta kimyasal silahlar, hep bu amaca hizmet etti! İslam’ı, salt bir kültür olarak algılayan bir neslin inşası için tüm kaynaklar seferber edildi. Farklı coğrafyalarda yaşayan, aynı dine mensup kişilerin, birbirlerinden nefret etmesini sağlayacak propagandalar yapıldı. Dinsizleştirmek ve özellikle İslam’dan nefret ettirmek için yoğun çabalar harcandı. Tüm bunlar olup biterken kurucu efendiler, sadece yer altı ve yer üstü kaynaklarını sömürmekle yetinmeyip, Orta Doğunun kalbine, İsrail denilen bir fitneyi de itina ile yerleştirdiler. Tüm bu sindirme ve yok etme politikalarına rağmen varlığını devam ettiren İslamî muhalefet, çok büyük bedeller ödeyerek sinmeyeceğini ve yılmayacağını tüm dünyaya ispat etti. Her şehit, geride kalanlar için bir çağrı oldu. Canından vazgeçmiş bir topluluğun önünde durulamayacağını fark eden yöneticiler, istemeyerek de olsa bazı konularda geri adımlar attılar. Ancak, engellenemeyecek bir çığ, artık kapıya dayanmıştı… Emellerini gerçekleştirmek için taşeron iktidarları kullanan Batılı emperyalistler, elbette ki bu coğrafyayı kolay kolay gerçek sahiplerine terk etmeyeceklerdir. Şu anda, engellenemeyecek bir selin önüne baraj yapmaya çalışmaktansa, bu suya yön vermeyi tercih ediyorlar… Yoksa Mısır’da Müslüman Kardeşlerin iktidara gelmesinde, ABD’nin ne gibi bir menfaati olabilir?

Asıl gayeleri, bu süreçte demokratik bir düzeni tesis ederek, gelecekte yeniden söz sahibi olabilmek olan bu emperyalist güçler, iktidar nimetleri ile gevşeyecek olan Müslümanların, dünyalık hırs ve hayallerinden istifade edebilecekleri günlerin geleceğini çok iyi biliyorlar! Son yüzyıllık süreçte, her türlü bedeli ödeyerek varlığını devam ettiren muvahhitlerin bugünkü kazanımlarını, “emperyalistlerin emellerine hizmet” etiketi ile yaftalamak, en hafif hali ile insafsızlıktır. Elbette ki bugünkü direniş farklı unsurların iştiraki ile gerçekleşmektedir ve aralarında emperyalistlere hizmeti gaye edinmiş topluluklar mevcuttur. Basın-Yayın tarafından bu yönü ağır basan toplulukların öne çıkarılması, direnişin ana unsuru olan Müslümanların varlığını gölgeleyemeyecektir. Bugünkü direnişler planlanmış değil, engellenememiş direnişlerdir. Bu direnişe destek veren emperyalistlerin birinci gayesi, kontrolü tamamen kaybetmemek ve bir şekilde gelecek hakkında söz sahibi olabilmektir. Şu yadsınamaz bir gerçektir ki; Orta Doğu halklarının tamamı, İslamî bir hayat tarzını benimsemiş değillerdir. Bu gün elde edilen kazanımlarla, yeni nesillerin inşası için, yeni fırsatlar oluşacak ve toplumlar dönüşecektir. Rabbimiz! Kardeşlerimize, sunulan bu imkânları, İslam ümmetinin birliği için kullanma feraseti ver. Onları, iktidar nimetlerinin cazibesinden koru ve sırat-ı müstakim’den ayırma. (Âmin)

~71~

Kış 2013

HAYAT DÜŞÜYOR SONBAHARIN DÜŞLERİNDEN Hayat bir nehir gibi akıyor sonbaharın düşlerinden… Yalnızlık almış başını giden bir kervan; Kimi zaman ıssız çöllerde bir kum tanesi, Bir yaprak düşüyor dalından yeniye gülümseyerek… El uzanır kalbin içindeki göğün derinliklerine, Göz göze gelinir ayazlı bir sonbahar akşamı, Düşler saklı kalmış bir kentin birer hazineleri, Bir yaprak düşüyor dalından yeniye gülümseyerek… Suskunluk bir güvercinin göğe açılan kanatlarında, Her çırpınış göğü delip geçen bir mızrak, Özgürlüğü sırtlanmış gidiyor bir çocuk, Bir yaprak düşüyor dalından yeniye gülümseyerek… Harflere güvenim kalmadı yaşamın soluğunda; Sert bir rüzgâr esiyor yaşlı bir adam etrafa bakınırken, Göğün derinlikleri hayata akıyor sisli gülümsemeleriyle, Avuç avuç topluyorum yaşama dair son nefesleri. Rüzgâr sürüklerken bulutları, güneş hüznü andırıyor, Tabiat ise olduğundan hızlı akıyor, İnsanlar düşünceden sıyrılmış bir kaba sığınmış gibi; Uzaklaşıyorlar zihin koridorlarından… Ne sığındıkları görkemli bir geçmişleri var, Ne de zenginleştirdikleri bir baharları var… Sayısız kelimeler sayısız şekle bürünüyor, İnsanların gözünde… Hayat düşüyor sonbaharın düşlerinden… Bir damla yağmur kalıyor kalplerin oluğuna, Sessizce doluyor iyi niyet taşarcasına.

Yusuf ER ~72~

Rahle 49.pdf

E-mail: [email protected]. Web: www.facebook.com/groups/. rahle. Baskı: Matsis Matbaa Hizmetleri. Sn. Tic. Ltd. Şti. Dergi geçen sayı 850 adet. basılmıştır ...

4MB Sizes 26 Downloads 281 Views

Recommend Documents

Rahle 51.pdf
0 216 451 04 48. Web: facebook/rahledergisi. facebook/groups/rahle. Baskı: Matsis Matbaa Hizmetleri. Sn. Tic. Ltd. Şti. Abonelik: Kargo masrafları karşılığında.